Acının bilinmeyen tüccarlığı

Foto muhabiri Bülent Tavlı, gazeteciliği; insanların, diğer insanların duygularına ortaklık etmelerine bir şekilde aracı olmak diye tanımlarken, “Gazetecilik dediğin şey tüccarlıktır. Gazeteci acı tüccarlığı yapar. İnsanların acılarını diğerlerine bir şekilde pazarlar ki orada yaşanan kötü şeyler diğer yerlerde yaşanmasın” diyor


  • Oluşturulma Tarihi : 29.08.2016 09:16
  • Güncelleme Tarihi : 29.08.2016 09:16
  • Kaynak : HABER MERKEZİ
Acının bilinmeyen tüccarlığı

ÖZKAN PEKÇALIŞKAN- ÖZEL RÖPORTAJ

Foto muhabirleri her zaman sizlerin tanık olamayacağı olaylara tanık olan ve sizlere aktaran kişilerdir. Dünyada ve ülkemizde birçok toplumsal olay meydana geliyor. Bazılarına tanık oluyoruz. Bazılarına tanık olamıyoruz. Tanık olamadığımız olayları ise gazetelerden ve televizyonlardan takip ediyoruz. Peki, insanların gitmeye bile korktuğu yerlerde bu haberler nasıl yapılıyor. Toplumsal olaylar, savaşlar ve çatışmaların gölgesinde mesleğini icra etmeye çalışan foto muhabiri Bülent Tavlı ile meslek yaşamını, mesleğini yaparken karşılaştığı zorluklar ve tanık olduğu olaylar üzerine konuştuk. Olaylara, gazeteciliğe ve gazetecilerin çalışma koşullarına karşı bakış açınızın değişeceği bu röportajda geçmişte Türkiye’de ve dünyada yaşanan olayları, zaman tüneline girmiş misali bir kez daha yaşayıp hissedeceksiniz.

Gazeteci olmak nereden aklınıza geldi, hangi olay ya da kişi size gazeteciliği sevdirdi?

Mesleğe başlangıç hikayem benim ortaokul yıllarına kadar uzanıyor. Eskiden Günaydın Gazetesi vardı. Günaydın Gazetesi’nde Çoşkun Aral’ın bir röportajını okudum. Çoşkun Aral’ın o gün röportajını okuduktan sonra bende fotoğraf üzerine, çatışma bölgelerindeki, sıcak bölgelerdeki haberleri toplayan foto muhabirleri üzerine içimde ciddi bir arzu ve istek oluştu. Bunun üzerine içimden bende böyle bir şey yapmak istiyorum herhalde dedim. Bu fikir doğrultusunda da Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Gazetecilik bölümünü kazandım. Üniversiteye girdikten sonra her genç gibi bende şunu fark ettim; üniversiteye girmiş olmak hiçbir şey. Üniversitede verilen eğitimin meslekle öyle uzakta yakından alakası olmadığını gördüm. Bu işin ancak işin içinde olduğunuzda yapılabileceğini gördükten sonra okuldaki üçüncü ya da dördüncü ayımda İzmir’de Yeni Asır Gazetesi’nde gece muhabiri olarak çalışmaya başladım. Bunun hemen arkasından adliye muhabirliği ve polis muhabirliğinde sırasıyla çalıştım.

İzmir’de mesleğe başladıktan sonra İstanbul’a nasıl gittiniz?

Eğer siz hedeflerinizi belli bir noktadan sonra yukarıya doğru koyuyorsanız İzmir size dar ve yetersiz gelmeye başlıyor. Bir aşama kaydedemediğinizi görüyorsunuz. Aynı yerde saydığımı düşünmeye başladığım İstanbul’a gittim. İstanbul Sabah’ta gazeteciliğe devam ettim. Okula sadece sınavlarda, sınavlara doğru gidiyordum. İstanbul’dan İzmir’e sınav gecesi gelirken otobüste çalışırdım. Sabah sınava girerdim. Bu durumun bana pek bir zararı olmadı. Yarım dönem okul uzadı. Kayıp mıdır? Tartışılır.

1,5 AY BÜRODA YATTIM

İstanbul’daki ilk yılların senin için nasıldı?

İstanbul’a ilk gittiğimde benim için çok zordu. İstanbul’daki gazetecilik sistemi İzmir’e göre daha farklıdır. İstanbul iki faklı kıtada kurulu bir şehir olduğu için ve İzmir’e göre nüfus popülasyonu anlamında çok çok büyük olduğu için İstanbul’da gazeteler büro sistemi ile çalışır. Ben ilk Cağaloğlu büroda çalışmaya başladım. O dönemde hiç unutmuyorum benim ki biraz köyden indim şehre şaşırdım birden bire durumu gibiydi. İstanbul’un hinterlandı gazetecilik açısından çok genişti. İstanbul’da ev tutuncaya kadar yaklaşık 1,5 ay büroda yattım. Büro benim için hem ev hem çalışma ofisimdi.

O OLAYDAN SONRA İZMİR BENİM İÇİN BİTTİ

İzmir’den siz mi ayrıldınız yoksa İzmir’den ayrılmanıza sebep bir olay mı oldu?

Bu mesleği gerçekten severek yaptım. İzmir’den İstanbul’a gitme kararı almamdaki en büyük sebeplerden biri de 1997 yılında yaşadığım bir hadisedir. O dönemde Yeni Asır’da gece muhabiriydim. Akşam 18.00 gibi gündüzcülerden işi devralırdık. İşi devraldıktan sonra çevre yoklaması yaptım. Polisi, jandarmayı ve hastaneleri aradım. Ne olup bittiğini sordum geceye sarkan bir işin olup olmadığını öğrenmeye çalıştım. O gün içinde Sabuncubeli’nde bir trafik kazası olduğunu öğrendim. İzmir için sıradan bir trafik kazası değil çünkü 12 tane ölü vardı. İşe bakılmadığı için şefe bu işe gidip toplayabilir miyim diye sordum. Onay aldıktan sonra Sabuncubeli’ne gittim ve çok dramatik bir olay ile karşılaştım. Kartal marka bir otomobilde şoför dahil 12 kişi varmış. Sadece şoför erkek ve geri kalanların hepsi kadın ve çocuk. Araç bir otobüsün altında kalmış ve yerden yüksekliği 50 cm’ye kadar düşmüştü. Otobüs, otomobilin üzerinden geçmiş ve içindeki insanları paramparça haline getirmiş. Sonradan öğrenince bu insanların Kars’tan İzmir’e mevsimlik işçi olarak geldiklerini öğrendim. Olay yerinde ve hastane morgunda fotoğraf çektik. Acil Servis’in önünde bir taraftan da kimlik doğrulaması işini yaparken ölen insanların eşleri, ağabeyleri ve dayıları geldiler. Biz de orada onları çekmeye başladık. Adamlar kendilerini yerden yere atıyorlar. Acil servisin camını çerçevesini indirdiler. Polis ve jandarma bu adamları zapt edemiyor. O gece adamın biri orada döndü ve bana ‘Gardaş çekme bizi itilaflı oluruk’ dedi. Adamın sesinden ve duruşundan çok kararlı ve net olduğunu anladım. Tamam, çekmiyorum dememle birlikte başka bir arkadaşın fotoğraf çekmeye başlaması ve adamın dönmesi bir oldu. O bana saldırınca diğerlerinin gözünde de tek hedef sen oluyorsun. Orada 15-20 dakika boyunca dayak yedim. Kimse beni onların ellerinden alamadı. En son yerdeyken biri ayağıyla kafama basmış ondan sonrasını bende hatırlamıyorum. Sol arka kulak arkasında 10-12 cm’lik kafatasında çatlak oluştu. O an benim için İzmir defterini bitirdiğim andır. Haber müdürünü çağırmış arkadaşlarım ve doktor ona bilgi vererek benim 24 saat müşahede altında olmam gerektiğini beyin kanaması riski olduğunu söylemiş. Haber müdürü geldi o koçtur koç diyerek sırtımı sıvazladı. O benim sırtıma vurdukça benim dünyam döndü. Hastanede bırakmadılar beni ve eve gönderdiler. Ertesi günde işe geç gittim. Çünkü doktor bana gece uyumamam gerektiğini söylemişti. 24 saati geçirdikten sonra istediğin kadar uyuyabilirsin demişti. Uyumamak için kendimi zor tutmama rağmen sabah karşı sızmışım. Aynı insan, dün gece dayak yiyen ben değilmişim gibi bana saat kaç, burası dingonun ahırı mı diye sorunca orada İzmir bitti dedim ve İstanbul’a gitmeye karar verdim.

İstanbul’a gittikten sonra neler hissettiniz hayatınızda ne gibi değişiklikler oldu?

İstanbul’a gittiğim zaman ciddi bir açlık hissediyordum. Çünkü İzmir’de bildiğin yaşadığın sistemin İstanbul’da tamamıyla farklı olduğunu görüyorsun. Sürekli yeni bir şeyler öğrenmek ve yeni bir şeyler elde etmek adına çalıştım. Meslekte hiçbir zaman bir üst çıtanız olmadığını görüyorsunuz. Sen her ne kadar bu iş oldu desen de senin saltanatın 24 saat sürüyor. Bugün manşetlik haber yapın ama ertesi gün iş getirmediğinde senden kötüsü yoktur.

YALOVA DEPREMİNİN 36. SAATİNDE ORADAYDIM

İstanbul’da çalıştığınız dönemlerde sizin için en zor döneminiz hangi dönem oldu?

17 Ağustos 1999 depremini hiç unutamıyorum. Yalova bölgesinde 60 günden fazla arabanın içinde yaşadım. En büyük yıkım oradaydı çünkü. Bu demek değildir ki 1999 depreminde en iyi ben çalıştım ya da en iyi ben görev yaptım demek değildir. Orada yüzlerce gazeteci görev almıştı. Ama 17 Ağustos depremi mesleki anlamda bende ciddi iz bırakan kilometre taşlarından biridir. Hayatımda ilk defa 17 binden fazla insanın öldüğü bir olaya tanık olmuştum. Çektiğim fotoğraflardan birinde Değirmendere diye bir yerde sırtlarında depremde ölen insanlar için mezarlar kazılması emredilmişti. Bu iş nasıl olacak diye bizde oraya gidip çekim yaptık. Hayatımda ilk defa orada tanık olduğum bir şey vardı toplu mezarlar yapılırken dozerler bir taraftan giriyor toprağı alıp bir kanal açıyordu ve arkasından insanları o toprağa diziyorlardı ve başka bir dozer gelip insanların üzerine toprak atıyordu. Bir insan da gelip kapanan toprakların üstüne sırasıyla insanların kimliğini belirten tahtaları sırasıyla toprağa batırıyordu. Bunlar benim için çok dramatik sahnelerdi. Ben depremin 36. saatinde Yalova’ya girebilmiştim fakat o saatte hala devlet oraya girememişti. Akabinde Adapazarı depremini yaşadık. Oraya da gittiğimde hayatımda ilk defa bir apartmanın dördüncü katının giriş katı olduğunu görmüştüm. Bina olduğu gibi toprağın içine girmişti. Mesleği yaparken de böyle şeylere tanık oluyorsunuz. Ama bu mesleği yapmamın en büyük nedeni bir şeylere tanık olmak istememdir. Sokakta ya da ülkede yaşayan diğer insanların hiçbir şekilde görüp tanık olamayacağı şeylere tanık olup onların da bu tip olayları yaşayan bu olayın travmasını yaşayan insanların duygularına ortaklık etmelerine bir şekilde aracı olmaktır. Zaten gazetecilik dediğin şey tüccarlıktır. Sen orada acı tüccarlığı yapıyorsun aslında. İnsanların acılarını diğerlerine bir şekilde pazarlıyorsun ki orada yaşanan kötü şeyler mümkün mertebe diğer yerlerde yaşanmasın ya da yaşanma oranı düşsün diye uğraşıyorsun.

ORTAOKULDAN BERİ AKLIMDAYDI

Yurtdışına çıkıp savaş muhabirliği veya savaş bölgelerinde foto muhabirliği yapma fikri kafanızda nasıl oluştu?

Karar hep benim ortaokul yıllarımdan beri aklımda olan bir şeydi. Belli bir olgunluğa hem ruhen hem de mesleki anlamda erişmem gerekiyordu. Bu olgunluğa eriştiğini hissettiğin anda zaten sen bu işlere gönüllü oluyorsun. Olayları iyi okuyup bazı şeyler gerçekleşmeden önce orada olmaya çalışıyorsun. Tüm bunlar için lazım olan tek bir şey var o da açık bir beyine ve dünya görüşüne sahip yöneticidir. Bu bizim sektörde birçok arkadaşımın sahip olmak isteyip de olamadığı bir şeydir. İdareciler genelde daha farklı düşünürler bazı şeyleri. Ama zaman zaman da olsa bana açık dünya görüşüne sahip kafasını sadece İstanbul gazeteciliği, İzmir gazeteciliği ile sınırlamamış yöneticiler de nasip oldu. Bazen ben onlara teklif ettim.

NEFESİMİZİ TUTUP GELİŞMELERİ İZLERDİK

İkinci Körfez Savaşı çıkmadan önce bölgeye nasıl gittiniz?

İkinci Körfez Savaşı’nın çıkması bekleniyordu. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın raporları ve BM’de yaptığı konuşmadan bu anlaşılıyordu. Biz tüm bu konuşmaları nefesimizi tutup yabancı kanallardan takip ederdik. O zamanlar yabancı dilim yoktu ve hemen kendime dış haberler servisinden kendime bir kanka yapmıştım. Onunla beraber konuşmaları izleyip kendimce notlar alıyordum. Ondan sonra tuttuğum notları müdürüme götürüp analizlerimi söylerdim. Muhalif Kürt liderlerin K. Irak’ta toplantı yapacağını öngördüğümden 48 ya da 72 saat sonra böyle bir toplantı gerçekleşiyordu. Ondan sonra siz de oraya gidiyorsunuz.

HABERİ YAPTIM AMA GAZETEYE GİRMEDİ…

Ermenistan, İsrail, Ürdün, Suriye, Irak, İran ve Pakistan gibi yerlere gittiniz ve oralarda birçok olaya tanık oldunuz ancak Pakistan’daki yaptığınız işi diğerlerinden daha farklı tutuyorsunuz neden?

Bana göre meslek hayatımdaki en önemli işlerden birini Pakistan’da yaptım ama o da arşive manşet oldu. Çünkü ben Pakistan’dayken devlet gazeteye el koymuştu. Müdürüm değişmişti. Pakistan’da İslamabad ve Keşmir’de orada ilk defa medreseyi içerden fotoğraflamıştım. Medrese derken tırnak içinde bir medrese diyorum. Sistem orada biraz farklı olarak işliyor. Benim gittiğim dönemde Veziristan’da El Kaide’nin ayaklanması söz konusuydu. Pakistan’ın resmi ordusunu püskürtüp orada kendilerine özerklik vermişlerdi. Ben o dönemde oradaydım. Ben işin içine direk girmektense durumun neden böyle olduğu ile ilgilendim. Talebelerin bu kafa yapısına nasıl geldiklerini araştırdım. Birden bire aradığım cevabın gözümün önünde olduğunu gördüm. Pakistan’da devlet yapılanması içinde Milli Eğitim Bakanlığı yok. Eğitim birliği olmayınca herkes orada kafasına göre okul açabiliyor. Pakistan’ın kırsalına girince her şeyin daha farklı olduğunu görüyorsunuz. 7-8 yaşında bu çocukları ailelerinden alıp bu okullara getiriyorlar. Aileler de çok çocuklu oldukları için bu işe bir şey demiyorlar. Bu çocukları alıp 17-18 yaşına gelene kadar tırnak içinde söylüyorum yanlış anlaşılmasın İslam zırhı altında kendilerine adam yetiştiriyorlar. Bir bakıyorsunuz o çocuklar 18 yaşına geldiğinde beline kemeri bağlayıp kendini bir yerde patlatıyor. Yine Pakistan-Afganistan sınırında çok fazla Şii vardır. Ama onlar kendilerine Şii demek yerine Hazara demeyi tercih ederler. Hazaraların ben Aşure ayındaki ibadetlerini çektim. Bizde kendilerini zincirle döverlerken onlarda zincirin ucuna bıçak koyarlar. O bıçaklı zincirlerle kendilerini dövüyorlar. Sırtları bıçaklardan dolayı paramparça olur. Aşure ayındaki ibadetlerini çekmem benim için çok önemliydi. Ama benim aklım hep medrese işinde kalmıştı. Ben orada ilk defa eğitim veren medreseyi çekip Türkiye’ye döndüm. Haberimi yazdım. Yeni müdüre teslim ettim. Müdür koltukta oturuyordu. Müzik dinlerken kulaklığının birini çıkarıp bir zahmet beni dinledi. Sonra dosyayı alıp ters çevirerek masaya koydu ve ‘Bakarız ya’ dedi. Ve o haberim yayınlanmadı.

BİR BABANIN OĞLUNUN ÖLDÜĞÜNE KENDİNİ İNANDIRDIĞINI GÖRDÜM

İsrail ve Lübnan arasında süren çatışmalarda bölgeye gittiniz ve herkesten farklı bir bakış açısıyla bir haber yaptınız bu süreci bize anlatır mısınız?

İsrail Lübnan’a girdiğinde 35 gün süren bir savaş olmuştu. Aslında devlet bir örgütle dünyada ilk defa açıktan bir cephe savaşına girmişti. Normalde hep devletler ve örgütler arasında gerilla savaşı olurdu. Ama orada açıktan cephe savaşına girmişti. Süreci takip ettiğim için sürekli oraya gitmek için müdürüme baskı yapıyordum. Tam o sırada bir taraftan Hizbullah bir taraftan da Hamas İsrail askerlerini kaçırdı. İlk olarak Hamas Gilad Şalit’i kaçırıp Filistin bölgesine geçirmişlerdi. Akabinde de bu 35 gün savaşına neden olan olayda Hizbullah 3 tane İsrail askerini tankın içinden çıkartıp Lübnan’a kaçırdı. Biz o zaman öyle bir bölgeye ilk defa haber müdürüm ile gittim. Gidip de orada biz çatışmayı takip etmedik. Hiçbir gazetecinin yapmadığını yaparak Gilad Şalit ve diğer kaçırılan askerlerin aileleri ile görüştük. Herkes o dönemde kaçırılan askerler ile ilgili bir şeyler yapmaya çalışırken biz kaçırılan askerlerin aileleri ile görüştük. Hayatımda ilk defa oğlu kaçırılan bir babanın oğlunun öldüğüne nasıl yavaş yavaş kendini inandırdığını gördüm. Sonradan Gilad Şalit sağ olarak teslim edildi. Ben de o zaman orada olup onların yine haberini yapmak isterdim. 

ARKADAŞLARIM BU MESLEKTE BEDELLER ÖDEDİ

Savaş bölgelerinde çalışırken ne gibi zorluklar ile karşılaştınız, yaptığınız meslek uğruna ne gibi bedeller ödediniz ya da ödediğiniz bir bedel oldu mu?

İkinci Körfez Savaşı sonrasında ben biraz daha K. Irak’ta kaldım. Skytürk’ten Kemal diye bir arkadaş vardı. Aldığım harcırah bitti. Geri dönmem gerekiyordu. Onlardan rica ettim ve beni Zaho’ya kadar atmalarını rica ettim. Onlar beni Zaho’ya bırakıp geri döndüler. Başka bir arkadaşta onları Türkiye ile ilgili başka bir yerde ciddi bir protesto gösterisi olacağının haberini veriyor. Orada arkadaşlarım ateş altında kaldı ve Kemal orada iki parmağını kaybetti. Kaleşnikof kurşunu parmaklarını kopardı. O da Kemal’in meslek anlamında ödediği bedellerden birisi oldu. Levent diye bir arkadaşım Gürcistan’da gözünü kaybetti. Güray Ervin diye bir arkadaşım vardı o da Gürcistan’da kolundan vuruldu. Güray’ın orada çektiği görüntünün bence dünyada eşi benzeri yoktur. Milyarda bir insana denk gelebilecek bir olaydı. İçinde bulunduğu arabanın ateş altına alınıpta arkadaşlarının teker teker vurulması, arkadaşlarının kelime-i şehadet getirmesi ve insanların kendini ölüme hazırlaması şimdi bile anlatırken tüylerim diken diken oluyor. Ben Gürcistan’a gitmedim. Başka bir arkadaşın gitmesine vesile oldum. Ama orada Güray’ın yerinde olmak ister miydim? Evet, isterdim. O işin sonunda ölüm bile olsa o arabanın içinde olmayı isterdim. Normal şartlar altında sokakta yürüyen insanların anlayamayacağı şeyler bunlar. Levent dediğim arkadaş protez göz kullanıyor ve TRT Haber adına hala Pakistan’da çalışıyor. Güray Ervin hala Al Jazeera Türk’te çalışıyor. Aslına bakarsanız bu insanların amacı bu işten para kazanıp zengin olmak değil. Bu işi yapanlar bunları düşünen insanlar değil. Bir keresinde Kazakistan’a gittiğimde kendi uçak bileti paramı kendi kredi kartımdan geçirdim.

ARAP BAHARI’NDA GAZETECİ OLMAK İSTERDİM

Hayatınızda keşke şurada da bulunsaydım dediğiniz bir an oldu mu?

Arap Baharı olduğunda ben İngiltere’deydim ve bu işi yapmıyordum. Bir işe girip onların adına da o işi takip edeyim gibi bir şansım da yoktu. Bende herkes gibi bu olayı televizyon veya gazetelerden takip ettim. Oraya gidemediğim için o burukluğu hep içimde yaşadım. Bir arkadaşım oradaydı. Orada esir alındı ve üç gün boyunca dayak yedi ve işkence gördü. BBC adına oradaydı. 2012 yılında ben mesleği bıraktım ama insanlık var olduğu sürece gazetecilik de var olacaktır. Yine insanlık var olduğu sürece savaşlar da olacaktır. Bu yüzden savaş muhabirliği de olacaktır. Ben yaptığım işi ben hep mülteciler üzerinde yoğunlaştım. Kendi yaşadıkları toprak üzerinde mülteci durumuna düşmüş insanların haberini yaptım. Irak’tayken de Suriye ve Lübnan’dayken de hep göçmen kamplarına gitmiştim. Mülteci olmak çok zor. Mülteciler kurtarılmıyor sadece ölümleri biraz daha geciktiriliyor.

Haber Merkezi