2

Prof.Dr. Güler Şebnem Uralcan’ın Romanı


  • Oluşturulma Tarihi : 13.05.2022 07:21
  • Güncelleme Tarihi :

Mardin Cumhuriyet İlkokulu 5. sınıfta okurken diğer sınıfların aksine çok genç bir öğretmenimiz derse girince çok sevindik. Öğretmenimiz kaymak teni, sarı saçları, güzel konuşmasıyla gönülleri fethetmişti. Arkadaşlarım papatyaya benzetirken ben mimoza derdim. Mardin’in tanınmış Çocuk Hastalıkları Mütehassısı Dr.Beşir Ersoyak’ın yeğeniydi. Dilimizi bilmesi bizim için çok önemli bir kazanımdı. Bize kavuşuncaya kadar yaşadıklarını anlattığında gözümüzde daha da yüceltmiş, zorlukların azmin bileyicisi olduğunu kavramıştık.

Mardin Kız Öğretmen Okulu’ndan 1964 yılı Haziran ayında ilk mezunlarından olmasına rağmen, mahkeme kararıyla büyütülen yaşıyla ilgili tarih yerine, hüviyetindekinin okul yönetimi tarafından işleme konulması nedeniyle Ağustos ayındaki tayinler arasında yer almamıştı. “Bana sınıf kalmayacak, bir ay geç emekli olacağım, arkadaşlarımdan daha geç terfi edeceğim!” diye üzüntüsünü belirttiği Milli Eğitim Müdürü Mustafa Önerci, onun bu haline gülümseyip tayini için uğraşmış, kısa sürede Cumhuriyet İlkokulu’na atandığını bildirmişti. O’na üç yıl boyunca yedeksubay öğretmenlerin gelip birkaç ay öğretmenlik yaptıktan sonra gittiği dolayısıyla öğretmeni olmayan bir 5. sınıfın açıkta kaldığı bilgisini de Müdürümüz Gani Taşkent vermişti. Elli yedi kişilik, hepsi öğrenmeye açık zehir gibi, çok zeki öğrencilerden oluşan sınıfımıza girdiğinde; ilk işi İstiklâl Marşını notalarına uygun söylemeyi ve birkaç kahramanlık şiirini koroyla okumayı öğretmişti. Öğretmenimizin bu ilk günü yıl boyunca derslerin yanısıra, kültür faaliyetlerinde de çok yoğun ve verimli çalışacağımızın ilk işaretiydi. İdealist öğretmenimiz öğleden sonra da Mardin Müzesine gidip çalışıyordu. “Kemal Yetiş” oyununda başrolü bana vermişti. Aylarca çalıştıktan sonra, uzun süredir Ankara’da olan müdürümüz, yıl sonu müsameresinde kostümleri dikildiği için sadece “Hayvanlar Alemi” oyununun sergilenmesini isteyince, sınıfça çok üzülüp ağlamıştık. Ama Kurtuluş Savaşı ve M.Kemal sevgisi artık belleğimize kazınmıştı. Mezun olduktan sonra diğer okullarda okurken de bağımız kesilmedi. Hocam başarılarımı teşvik ediyordu. Evlenip Mardin’den ayrıldıktan sonra bağımız koptu. Yarım asrı aşan yıllardan sonra Facebook’ta rastladığım kardeşi Bora ile sadece adımı vererek selam yolladığımda, heyecanla “Başabaş mı?” deyişi, gönül bağımızın kopmadığının işaretiydi. İdealizmiyle idolümüz olan öğretmenimi bulduğumda Haliç Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde profesör olmasına hiç şaşmamış, gurur duymuştum.

Bilimsel çalışmalarının yanı sıra (Bkz:https://halic.edu.tr/Documents/akademisyen/gulersebnemuralcan.pdf), öyküler de yazan öğretmenimin ilk romanı “Deliliğin Büyüsü” bayramdan sonra elime geçti. Yeni İnsan Yayınevi’nde çıkan ilk romanı edebiyat alanında da hünerli, mahir bir kaleme sahip olduğunu gösterir.

ROMANIN KONUSU

Bugün benim gibi sevdalı var mı/ Bugün benim gibi deli/ Yerlere serilmiş YÜREĞİ KAN İÇİNDE./
Ben değilsem kim şu adam/ Bir zamanlar vardım, ben bendim./Bugün var olan neyin nesi/ Hayyam

İnsan; hayalleri, tutkuları ve inançları olmadan yaşayamaz, yaşasa da hayatında hep eksikliğini hissedeceği bir boşluk, yerini dolduramayacağı “feza” kadar uçsuz bucaksız karanlık bir taraf olacaktır.

Herkes doğduğu andan itibaren, hatta anne rahmine düştüğü an bir bilinmezlik girdabının içine sürüklenir. Çünkü doğum bir bilmecedir. Yaşam ve ölümün bilmecesi. Doğduğu an, aslında ölüme doğduğunu idrak eden insan, bir şeylere sığınma, bağlanma ihtiyacı hisseder. Bir anı, bir hayal, bir eşya ya da “bir kişiye...”

Yaşamın zıddı olan ölüm, geçmiş zamanlardan beri insanların çözüm aradığı ortak bir konu olmuştur. Ölümden sonra ne olduğunu merak eden insan, ölümün bir çaresi olmadığını anlayınca “ölümsüzlük” olgusu etrafında belli inançlar, ritüeller geliştirmiştir. Ölen kişinin bu dünyadan başka bir dünyaya göç ederek, orada yaşamını sürdürdüğüne, öldükten sonra yok olmadığına, bir başka bedende ya da başka bir canlının vücudunda tekrar tekrar doğacağına inanmıştır. Şamanizm’de, eski Hint, Mısır, Kelt, Maya ve İnkalar’da görülen, öldükten sonra tekrar dirileceği inancı “reenkarnasyon (ruh göçü)” olarak ifade edilir.

İnsanın kadim arzusu olan “ölümsüzlük” ekseninde şekillenen roman, Sunguralp’in dünyasında, okuyanlara yaşam ve ölüm kavramlarını sorgulatıp farklı açılardan bakmalarını sağlıyor.

Geçmişle gelecek arasında gel-git yaşatacak kitap, içinde barındırdığı birbirinden farklı müzik tarzlarıyla, şiirlerle ve türkülerle de okuyanların ruhlarını sarhoş ediyor. Sunguralp; (şu anki hayatında) elektronik ve bilgisayar mühendisi olan, şarkı söyleme ve dans etme konusunda eşsiz yeteneğe sahip, müzik kültürü alışılmışın dışında iyi, çok yönlü ve mistik bir kişiliktir.

Bin sene önce -Mayalar döneminde- yaşadığını söyleyen Sunguralp, o zamanki eşi olan Amaranth’ı bulma umuduyla tekrardan dünyaya geri gelmiştir. Tek amacı, biricik eşini, aşkını bulmaktır.

Bir gün arkadaş çevresi vasıtasıyla Ahu adında bir doktor ile tanışır. Aralarında geçmişten gelen bir bağ olduğunu derinden hisseden Sunguralp, aradığı aşkı “Amaranth”ı bulduğundan emindir artık. Tek yapması gereken Ahu’ya ruhun ölümsüz olduğunu inandırmaktır.

Sunguralp’in dünyasını blok gibi ören inanç, onun tüm benliğini aşk ve tutkuyla sarmıştır. Bu inançla çıktığı yolda müzik, doğa, sanat, evren, yaratana inanç gibi derinliği ve felsefesi olan birçok konuyu sorgulayarak

okuyanları hem tarihte bir yolculuğa çıkarıyor hem de ütopik bir âlemin kapılarını açtırıyor.

sınır tanımayan deliliğinde büyülenenlere ithaf edilen edilen romanı, farklı alemlerde dolaşmak için okumanızı önerir; Hocamı kutlar, nice esere imza atmasını dilerim.

İsteme adresi: yeniinsanyayinevi@gmail.com,

sebnemuralcan@halic.edu.tr, 2129242444

Prof.Dr. Güler Şebnem Uralcan’ın Romanı
Ayten Başabaş Dirier
Yazarımız Kim ?

Ayten Başabaş Dirier