Dileklerin gökyüzüne karıştığı, eskilerden gelen bir inançla baharın gelişini kutladığımız 5 Mayıs, Hıdırellez’in büyüsünü yeniden hissettirdiği bir gündür. Eskiden her mahallede mutlaka bir ateş yanardı. Akşam olur, mahalleli toplanır, o közden sıçrayan kıvılcımların etrafında çocuklar neşeyle koşuşturur, büyüklerse ateşin çevresinde mâni söylerdi. Üç kez atlardık ateşin üzerinden. Eskiler derdi ki, ‘Bu ateşin üzerinden atlayanların evine o yıl yılan girmez.’ Peki gerçekten yılan giren bir ev gördük mü? Hayır. Ama biz o zamanlar her söylenene inanırdık. Eskiler böyleydi işte… Biraz masal gibi, biraz gerçek.
Elifi kat kat / mühri kat kat,
Eba bülbül / saçı sünbül,
Hoca kızı / okut bizi,
Gül altında / okut bizi,
Âmin!
Hıdırıllez gününde neler yapardınız? Biz erkenden kalkar, elimize bir kâğıt alır, o yıl gerçekleşmesini istediğimiz ne varsa tek tek yazardık. Sonra gider, o dilek kâğıdını bir gül çiçeğinin dibine usulca gömerdik. Sanki toprağın hafızası varmış da dileğimizi hatırlayacak gibi… Gazete parçalarını alır, kimimiz para şeklini verip dallara bağlardık. Tuğlalarla ev yapan da olurdu, kibrit kutularını birleştirip araba yapan da. Kiminin hayali bir yuva kurmaktı, kimininki o yıl bir arabaya sahip olmak. Herkesin dileği farklıydı ama inancı ortaktı: Bahar, bize şans getirecekti. Ve her şey öyle sessizce, sade ve içten yaşanırdı ki… Ne sosyal medya vardı o anı süsleyen, ne paylaşılsın diye yapılan gösterişli kutlamalar. Herkesin kendiyle baş başa kaldığı, kalpten geçenin doğaya emanet edildiği bir gündü. Gül ağacının yanında eğilirken fısıldanan dilekler, kimi zaman bir gözyaşına karışır, kimi zaman bir tebessüme. Umutla karışık bir bekleyiş başlardı. Belki de Hıdırellez’in gerçek gücü buydu: İnsanların, içindeki çocuğa tekrar ses verebilmesiydi. O zamanlar takvimler değil, hisler belirlerdi mevsimleri. Geceler biraz daha ılık olmaya başlamışsa, sabah kuşları biraz daha şen ötmüşse, biliriz ki Hıdırellez yaklaşmış demektir. O gün, sadece baharın değil, umutların da tazelendiği bir gündür. Ve şimdi soruyorum kendime: Biz hâlâ dilek tutuyor muyuz? Hâlâ gül ağacının altına eğilip kalbimizi bırakabiliyor muyuz? Yoksa her şey gibi bu güzel gelenek de hızla geçip giden günlerin içinde sessizce kayboluyor mu?