Sayfa Yükleniyor...
Evcil hayvan sahiplenmek, sadece bir dost edinmek değil, aynı zamanda bir hayatı değiştirmek demektir. Ve bu hafta, belki de hayatınızda verebileceğiniz en değerli kararlardan birini alabileceğiniz bir zaman. Barınaktan sahipleneceğiniz patili dostlarımız, size sadece minnettarlıkla dolu bir arkadaş olmakla kalmaz, aynı zamanda ona sıcak bir yuva vererek, onun hayatını da değiştirmiş olursunuz.
Barınaklar, her gün hayatta kalmaya çalışan, bir yuva arayan minik dostlarla dolu. Çoğu zaman, bu hayvanlar büyük bir sevgiye, ilgiye ve güvene ihtiyaç duyarlar. Onların gözlerinde kaybolan umutları yeniden canlandırmak, onlara sadece bir ev değil, aynı zamanda kendilerini güvende hissedecekleri, koşulsuz sevgiyle sarılacakları bir ortam sunmak çok özel bir şeydir. Sahiplenmek, onlara ikinci bir şans vermek demektir.
Belki ilk başta biraz çekinceleriniz olabilir. Yeni bir dost edinmek, bir sorumluluk almak demektir. Ama unutmamalıyız ki, bu sorumluluk sizi yalnızca sevgiyle donatacak. Bir barınak hayvanı, geçmişte yaşadığı zor günlere rağmen size duyduğu minnettarlıkla dolu bir kalp sunacaktır. Onunla kuracağınız bağ, belki de daha önce hiç yaşamadığınız kadar derin, özel ve anlamlı olacaktır. Çünkü o, bir zamanlar kaybolmuş ve şimdi yeniden hayata tutunmuş bir yürek olacaktır.
Barınaktan sahipleneceğiniz dostunuz, size sadece evdeki hayatı değil, aynı zamanda hayatı nasıl daha çok takdir edeceğinizi de öğretecek. Gözlerindeki sevgi, sizi her gün yeniden mutlu etmek için hazır olacak. Bir köpeğin kuyruğunu sallayarak sizi karşıladığı, bir kedinin mırlayarak kucakladığı anlar, yaşamın ne kadar değerli olduğunu her geçen gün hatırlatacak.
Barınaklardan sahipleneceğiniz dostlar, aynı zamanda en yakın arkadaşınız olabilir. Onlar, kötü bir gün geçirdiğinizde yanınıza sokulacak, güldüğünüzde sizinle beraber sevinçten havalara uçacak, yalnız hissettiğinizde yanında olacak sadık dostlarınız olacak. Gerçek dostluk, onları sahiplenmekle başlamaz; onlarla zaman geçirdikçe derinleşir. Birlikte keşfedeceğiniz yollar, her gün yeniden büyüyecek bir bağlılık yaratacak.
Eğer barınaktan sahipleneceğiniz bir dost düşünüyorsanız, işte tam zamanı. Bu hafta, hem size hem de ona bir değişim ve yeni bir başlangıç şansı tanıyabilirsiniz. Unutmayın, her patili dost bir yuva bekliyor. Onlara bir şans vererek, hayatınıza ne kadar büyük bir mutluluk katabileceğinizi hayal edin. Sadece bir dost kazanmakla kalmayacak, aynı zamanda o dostun hayatını da dönüştürmüş olacaksınız.
Siz de bir hayvanın hayatında fark yaratmak, ona sevgi dolu bir yuva olmak istiyorsanız, bu hafta evcil hayvan sahiplenmeye karar verin. Barınaktaki dostlarınız sizi bekliyor. Belki de, şu anda bekleyen o minik patili dost, sizin hayatınızda aradığınız dosttur.
Uluslararası Bilimde Kadın ve Kız Çocukları Günü her yıl 11 Şubat’ta kutlanıyor. Bugün bilimin sadece bir araştırma ve keşif alanı olmadığını, aynı zamanda toplumların gelişiminde hayati bir rol oynayan güçlü bir etken olduğunu hatırlatıyor. Bu anlamlı gün, tarihe damgasını vuran kadınları onurlandırmakla kalmıyor, aynı zamanda geleceğin kadın bilim insanları ve mühendisleri için ilham verici bir ışık yakmayı da hedefliyor. Bilimsel başarılarıyla tarihe damgasını vuran kadınlardan en önemlilerinden biri olan Marie Curie’yi bugünde unutmamak gerekiyor.
Marie Curie, bilim dünyasında kadınların varlığını ve potansiyelini ortaya koyan ilk ve en güçlü kişidir. 1867 yılında Polonya’da doğan ve sonrasında Fransa’ya yerleşen Curie, radyoaktivite üzerine yaptığı çığır açıcı çalışmalarla hem bilim dünyasında devrim yaratmış hem de kadınların bilimsel alanlarda ne kadar güçlü olabileceğini tüm dünyaya kanıtlamıştır. O dönemlerde bilime kadınların girmesi çok zor bir süreçti; ancak Curie, azmi ve kararlılığı ile bu engelleri aşmayı başarmış ve bilim tarihine adını altın harflerle yazdırmıştır.
Curie’nin radyoaktivite üzerine yaptığı çalışmalar, X ışınlarının tıpta kullanılmasına kadar birçok bilimsel gelişmenin temelini atmıştır. Aynı zamanda, 1903 Nobel Fizik ödülü sahibi, 1911 Nobel Kimya ödülü sahibi ve radyoloji biliminin kurucusudur.Onun bu başarıları, sadece bilimsel anlamda değil, toplumsal cinsiyet eşitliği açısından da büyük bir kilometre taşıdır. Curie’nin hikayesi,
Herkesin aklına kazınan 6 Şubat Depremi tüm Türkiye’yi derinden sarsan bir tarih olmuştur. “Asrın felaketi” olarak tanımlanan bu büyük deprem, sadece Türkiye’nin güneydoğusunu değil tüm ülkeyi derinden sarstı. Kahramanmaraş merkezli meydana gelen depremler, sadece fiziksel yapıları değil, insan ruhunu da hırpaladı. O karanlık sabah, milyonlarca insanın hayatını bir anda değiştirdi. Binlerce bina yıkıldı, on binlerce insan hayatını kaybetti, yüz binlerce insan ise evsiz kaldı.
Birçok insan, sevdiklerini kaybetti, hatıralarını, evlerini, yaşamlarını bir anda yitirdi. O gün, Türkiye bir bütün olarak bir felaketin ortasında kalırken her köyde, her kasabada, her şehirde, depremin izleri ağır bir şekilde hissedildi. Asrın felaketinin üzerinden 2 yıl geçti. Bu iki yıl içerisinde depremzedelerin yaraları sarılmaya başlandı. Evleri yıkılanlara devletimiz TOKİ konutlarında dairelerini teslim etmeye başladı. Psikolojik desteğe ihtiyacı olan vatandaşlarımıza destek verildi.
6 Şubat 2023 tarihinde resmi verilere göre 11 ilimiz, 124 ilçemiz, 6 bin 929 köy ve mahallemizde 53 bin 537 canımızı yitirdik. Kaybedilen hayatların acısı hala taze. Ancak bu büyük felaket, sadece bir yıkım değil, aynı zamanda birlikte yeniden doğuşun simgesine dönüşmüş durumda. Türkiye, her yönüyle büyük bir felaketten sonra toparlanmaya, ayağa kalkmaya başladı. Hem devlet hem de halk, büyük bir dayanışma içerisinde, yıkılanları yeniden inşa etti. Ve en önemlisi, bu süreç, halkımızın
Kim öleceğini bile bile geceliği 30 bin TL olan bir otelde yaşamak ister. Kimse istemez. Bolu’da yaşanan otel yangını faciası tüm Türkiye’yi derinden etkilemiştir. Bu felaket, sadece bir yangın değil, aynı zamanda dikkatsizlik, yetersizlik ve en kötüsü, erken müdahale eksikliğinin bedelini ödeyen insanların trajedisiydi. Toplamda 78 canımızı kaybettik ve aralarında 36 çocuğumuz da bulunuyor. Bu kayıplar, sadece rakamlarla ifade edilebilecek kadar basit değil. Her bir kayıp, arkasında sonsuz bir boşluk bırakırken, her bir canın ardında bir hikaye var. Bu canlar çocuklarını belki de sadece sömestir hediyesi olarak kar tatiline götürmek istemişti. Kim bilebilirdi ki, bu tatil birer çocukluk hatırasına dönüşmek yerine, cenaze törenlerine yol açacak bir felakete dönüşecekti? Bu insanlarımız, belki de “normal” bir tatil planı yapmışlardı; karın ve eğlencenin tadını çıkaracakları birkaç gün. Fakat, her şey beklenmedik bir şekilde ve erken müdahale edilememesi nedeniyle kontrolden çıktı. Yangın, bir gece beklenmedik bir anda patlak verdi. Gecikmiş bir yardım, yetersiz güvenlik önlemleri, yangın merdivenin binanın ortasında bulunması bu facianın büyümesine yol açtı. Peki, bu canların kaybı hangi ihmalin sonucu oldu? Yangın güvenliğine dair eksiklikler, ihmal edilen tedbirler, yetersiz eğitimli personel… Hangi ihmalin sonucu? Her biri, aynı soruyu akla getiriyor: “Bunlar önlenebilir miydi?” Facianın ardından, fırsatçılığın ortaya çıkması ise bir başka gerçeği gözler önüne serdi. Fiyatlar, otel odaları, hizmet bedelleri, yangın tüplerinin fiyatları… Acılar üzerinden kazanç sağlamak istemeleri ne kadar doğru? İnsanlar hayatlarını kaybetmişken, kimsenin aklında paranın değeri olmaması gerekir. Daha çok fiyatları düşünüp bir olmak gerekir. Ama görüyoruz ki, acı üzerinden yapılan hesaplar hiç de yabancı bir manzara değil. Her facia sonrasında aynı senaryo… Bolu’daki bu yangın, bir kez daha güvenliğin, insan hayatını her şeyin önünde tutmanın ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Bu facia, sadece yangın güvenliği konusunda değil, aynı zamanda toplum olarak bir arada olabilme, dayanışma ve empati kurabilme yeteneğimiz konusunda da bizi sınavdan geçirdi. Kaybedilen 78 canın ardından, bu ülkenin vicdanına düşen sorumluluk, ne sadece bir araştırma raporu yazmak, ne de resmi bir açıklama yapmak olmalı. Gerçek sorumluluk, bizlerin birbirimize karşı daha sorumlu, daha duyarlı ve daha insani yaklaşmamızı sağlamalıdır. Bu felakette kaybolan canların arkasında, her biri birer hikaye taşıyan 78 insan vardı. Ve her biri, bizlere bir hatırlatmada bulunuyor: İnsan hayatı paha biçilemezdir. Otel yangını faciasında hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılarımıza acil şifalar dilerim.
Bütün öğrenciler, tempolu ve yoğun geçen bir dönemin ardından sabırsızlıkla bekledikleri sömestr tatiline sonunda kavuştu. Tatiller, sadece dinlenmek için değil, aynı zamanda eğlenmek ve keyifli anılar biriktirmek için de bolca vakit sunan dolu dolu günlerdir. Peki, tatilinizi nasıl daha verimli ve keyifli hale getirebilirsiniz? İşte sizler için derlediğimiz öneriler:
Tatilde İzmir’e gelecek olanlar ya da İzmir’de yaşayıp çocuğumu bu tatilde nerelere götürmeliyim diye düşünenler bu yazım tam da size göre.
İzmir’in her köşesini yüksekten görmek ister misiniz? Eğer yükseklik korkunuz yoksa, Balçova’daki teleferiğe mutlaka zaman ayırmanızı tavsiye ederim. İzmir’in muazzam manzarasını izlemek için harika bir fırsat!
Bu sömestr, birçok belediye öğrencilere özel ücretsiz etkinlikler düzenliyor. Sinema gösterimlerinden atölye çalışmalarına, Körfez gezilerinden öğrencilere denizle tanışma ve İzmir Körfezi’ni keşfetme fırsatlarına kadar pek çok etkinlik mevcut. Bu etkinlikler, öğrencilerin doğayla iç içe vakit geçirmelerini sağlayacak. Tatilde çocuğunuzun ilgisini çekebilecek etkinliklerden mutlaka bazılarına kaydınızı yaptırmanızı öneririz. Hem eğlenceli hem de öğretici bu etkinlikler, tatilinize renk katacak!
Daha farklı etkinlikler arıyorsanız, tüm ailenin ilgisini çekecek bir önerimiz var: Sasalı Doğal Yaşam Parkı. Hem küçüklerin hem de büyüklerin ilgisini çekecek olan bu park, birbirinden farklı hayvan türlerini yakından görme imkânı sunuyor. Tüm gününüzü geçirebileceğiniz bu parkta, yorulduğunuzda dinlenebileceğiniz kafeler de mevcut. Ailenizle birlikte doğayla iç içe keyifli bir gün geçirmek için harika bir seçenek!
Çocuklarınıza farklı deneyimler sunmak istiyorsanız açık hava müzelerini de ziyaret edebilirsiniz. Açık hava müzesi olarak size iki farklı önerimiz var. İlk olarak, herkesin bildiği ve mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri olan Efes Antik Kenti’ni öneriyoruz. Tarihe ilgi duyan çocuklar ve aileler için bu antik kent, geçmişin derinliklerine yolculuk yapmak için eşsiz bir fırsat sunuyor. Efes, Roma döneminin en önemli şehirlerinden biri olarak, antik tiyatrosu, Celsus Kütüphanesi, Artemis Tapınağı gibi tarihi yapılarıyla büyüleyici bir atmosfer yaratıyor. Burada gezinirken, çocuklarınız tarihsel bilgilerini pekiştirebilir ve geçmişin izlerini yakından keşfedebilirler. Efes Antik Kenti, sadece büyüklere değil, her yaşa hitap eden bir açık hava müzesi. Bir diğer önerimiz ise Agora Açıkhava Müzesi. İzmir’in merkezine oldukça yakın olan bu antik pazar alanı, hem tarihi hem de kültürel anlamda büyük bir öneme sahip. Agora, Roma dönemi ticaretinin kalbi olmuş bir yer olarak, antik dönemdeki sosyal hayatı anlamak için harika bir fırsat sunuyor. Çocuklarınız burada hem eski bir pazar yerinin atmosferini hissedebilir hem de arkeolojik kazılarla ortaya çıkan kalıntıları gözlemleyerek tarihi daha yakından keşfedebilirler. Agora, tarihi bir gezinin yanı sıra, şehri keşfetmek için de harika bir mekan.
Tabii eğlenceli vakitler geçirirken verilen ödevlerinizi ihmal etmemek de önemli. Bu tatil hem eğlenceli anlar biriktirip hem de derslerinize çalışarak verimli bir şekilde geçirebileceğiniz bir fırsat. Unutmayın, tatilin tadını çıkarırken aynı zamanda ikinci döneme de güçlü bir başlangıç yapabilirsiniz!
Sonuç olarak, tatilinizi dolu dolu geçirmek ve eğlenceli anılar biriktirmek için yapabileceğiniz birçok şey var. İzmir, hem doğal güzellikleri hem de kültürel zenginlikleriyle harika bir tatil destinasyonu. Çocuğunuzla birlikte eğlenirken, yeni şeyler öğrenmek ve keşfetmek için de bolca fırsatınız olacak. Tatilinizi verimli ve keyifli hale getirmek için önerdiğimiz etkinliklere göz atmayı unutmayın. Eğlenceli, öğretici ve aynı zamanda dinlendirici bir tatil geçirmeniz dileğiyle!
Gazetecilik, yalnızca topluma haber aktarmak değil, toplumu bilgilendirmek, doğruyu ortaya koymak, insan haklarını savunmak ve demokrasiyi güçlendirmek için yapılan bir meslek dalıdır. Fakat aynı zamanda, içinde büyük zorluklar barındıran, fedakarlıkla yoğrulmuş, sabır ve azim gerektiren bir meslektir. Gazeteciler, her gün sabahın erken saatlerinden gece yarılarına kadar, bazen de hafta sonları, halkın haber alma hakkını savunarak, doğruyu bulmaya çalışırlar. Ancak bu görev, çoğu zaman görünmeyen, ama bir o kadar büyük sorumluluklarla şekillenir. Gazeteciler bu zorlu görevlerinde tehdit, fiziksel ve psikolojik tehditler ile karşı karşıya kalıyorlar. Ama yine de doğruyu yazma, toplumu bilgilendirme ve adaleti savunma görevlerinden asla sapmıyorlar. Gazeteciliğin en büyük zorluklarından biri, çalışma koşullarının zor olması. Medyanın ekonomik sıkıntılarla boğuştuğu, özgürlüğün tehdit altında olduğu bu dönemde, gazetecilerin üzerindeki baskılar daha da artmıştır. Birçok medya organı, gelir elde etme amacıyla gazetecilere düşük ücretler sunar ve çoğu zaman iş güvencesi sağlayamaz. Bu durum, gazetecilerin özverili çalışmalarını ve bağımsızlıklarını ciddi şekilde etkiler. Ancak, tüm bu zorluklara rağmen, gazeteciler halkı bilgilendirme görevinden geri durmazlar. Haberlerin peşinden sürüklenirken, hiçbir karşılık beklemeden toplumu doğru haberlerle bilgilendirmeye devam ederler. Gazetecilerin en büyük gücü ise, kelimelerindeki doğruluk, araştırmalarındaki derinlik ve cesaretlerindeki fedakarlıktır. Her gün, adaletin peşinden sürüklenirken, kişisel hayatlarından fedakarlık yaparlar. Çoğu zaman, özel hayatlarını ikinci plana atarak, toplumun doğru bilgiye ulaşmasını sağlamak için gece gündüz çalışırlar. Ama her şeyden önce, toplumun haber alma hakkına sahip çıkmanın bilinciyle hareket ederler. Bir gazetecinin kalemi, yanlışların düzeltilmesi ve toplumların gelişmesi için büyük bir güçtür. Ancak gazetecilerin görevlerini yerine getirirken karşılaştıkları engeller sadece ekonomik zorluklarla sınırlı değildir. Basın özgürlüğü, günümüzde giderek daha fazla tehdit altına girmektedir. Gazeteciler, baskı altında çalıştıkları, sansürle karşılaştıkları ve hatta zaman zaman fiziksel saldırılara uğradıkları bir ortamda görevlerini yerine getirmeye çalışırlar. Bu yüzden gazetecilerin yalnızca 10 Ocak’ta değil, her zaman takdir edilmesi ve desteklenmesi gereken bir meslek erbabı oldukları unutulmamalıdır.
Çalışan gazetecilerin, daha özgür, daha güvenli ve daha adil bir çalışma ortamına sahip olmaları için sesimizi yükseltmeli, onların yanında durmalıyız. Bugün, gazetecilerin sesine kulak vermek, onların karşılaştığı zorluklara dikkat çekmek, basın özgürlüğünü savunmak için bir fırsattır. Gazeteciler, sadece doğruyu aktaran insanlar değildir; aynı zamanda toplumu dönüştüren, adaleti savunan, özgürlüğün teminatı olan bireylerdir.
Gazetecilerin sadece haber yapmakla kalmadığını, aynı zamanda toplumu şekillendiren ve güçlendiren bir görev üstlendiklerini bilmeliyiz. Onların kalemi, yalnızca bir haberin aktarımı değil, doğruyu bulma yolundaki cesur bir adım, özgürlüğün, adaletin ve eşitliğin savunusudur. Unutmayalım ki, gazetecilerin sesi, bizim sesimizdir. Çalışan Gazeteciler Günümüz kutlu olsun!
Halk arasında “verem” adıyla bilinen “tüberküloz” günümüzde tedavisi bulunan bir hastalık haline gelmiştir. Eskiye nazaran daha az kişide görülen dünyadaki en eski ve en yaygın bulaşıcı hastalıktır.
Günümüzde az görülmesine rağmen tarih boyunca birçok insan bu hastalığa kapılıp hayatı kararmıştır. Yüzyıllar boyunca insanları tehdit eden bu hastalık, modern tıbbın ilerlemesiyle oldukça kontrol altına alınmış olsa da hâlâ dünyada önemli bir sağlık sorunu olmaya devam ediyor. Peki verem nedir, kimlerde görülür, halk bu konuda bilinçli mi?
Verem hastalığı; tıbbi literatürde tüberküloz olarak bilinir ve başta akciğerler olmak üzere lenf bezleri, kemikler, böbrekler ve beyin gibi farklı organları etkileyerek ciddi enfeksiyonlara yol açabilir. Bu hastalık, Mycobacterium tuberculosis adlı bakteriden kaynaklanır ve bulaşıcıdır. Bağışıklık sistemi zayıf olan bireylerde daha sık görülür. Verem hastalığının en belirgin semptomları arasında uzun süreli öksürük, gece terlemeleri, halsizlik, iştahsızlık ve kilo kaybı yer alır. Tedavi edilmediği takdirde, hastalık ilerleyebilir ve ciddi sağlık sorunlarına, hatta ölüme yol açabilir. Bu nedenle, verem hastalığının erken teşhisi ve uygun tedavisi hayati önem taşır. Verem, insanlık tarihi kadar eski bir hastalık olup, zamanla tıbbî ilerlemelere rağmen hala küresel bir tehdit oluşturmaktadır. Verem hastalığının yaygın belirtileri arasında uzun süreli öksürük (balgamlı ve bazen kanlı), gece terlemeleri, kilo kaybı, iştah azalması, yorgunluk,
2025 yılına girerken, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yılbaşı coşkusu sokakları, alışveriş merkezlerini ve evleri sardı. Ancak, her geçen yıl daha da çeşitlenen kutlama biçimleri ve toplumsal değişimlerle birlikte, bu özel dönemin Türkiye’deki yeri ve anlamı da farklı bir boyut kazandı. Peki geçen bir yıl boyunca Türkiye’de neler oldu? 2024, yalnızca ekonomik ve siyasi açıdan değil, toplumsal yaşam ve kültürel dinamikler açısından da önemli dönüşümlerin yaşandığı bir yıl oldu.
2024 yılı, Türkiye için birçok ilke ve tarihi anıya sahne oldu. Ocak ayında, Türk uzay tarihinde bir dönüm noktası yaşandı ve Alper Gezeravcı, uzaya giden ilk Türk astronot olarak büyük bir onurla bu önemli başarıyı elde etti.
2024 yılı, Türkiye için spor ve başarılarla dolu bir yıl olarak hafızalarda kaldı. Su sporları alanında, Fenerbahçe Yelken Şubesi’nin sporcuları, tarihi bir başarıya imza attılar. Türkiye’nin en kuzeydoğu kıyısı olan Hopa’dan yola çıkarak, ülkenin en güneydoğusundaki İskenderun’a kadar süren 1500 deniz mili uzunluğundaki yolculuk, Türkiye Turu Rekoru kırarak tamamlandı. Fenerbahçe Yelken Şubesi sporcuları, bu zorlu rotayı 10 gün, 2 saat ve 44 dakikada tamamladı. Bu başarı, sadece Fenerbahçe’nin değil, Türk yelken sporunun da uluslararası alanda dikkat çeken bir adım attığını gösterdi. Hem teknik anlamda hem de fiziksel dayanıklılık açısından büyük bir başarıya imza atan sporcular, Türk denizcilik tarihine adlarını altın harflerle yazdırdı. Gururlandığımız zamanlarda yeri geldi büyük yaslara da boğulduk. Bu yıl içerisinde trafik kazaları, saldırılar, maden kazaları, çığ düşmesi, yangınlar, teleferik kazası ve daha birçok olaylar sonucunda vatandaşlarımızı kaybettik. 2024 yılı içerisinde; Milli Muharip Uçak ilk uçuşunu gerçekleştirdi, TEI’nin geliştirdiği Türkiye’nin ilk milli turbofan uçak motoru TF6000 ilk kez çalıştırıldı. Dünya Takımlar Yürüyüş Şampiyonası Antalya’da düzenledi. Türkiye’nin ikinci astronotu Tuva Cihangir Atasever, Virgin Galactic’in uzay aracı ile yörünge altı araştırma uçuşu gerçekleştirdi. İstanbul’da Cumhuriyet Müzesi açıldı. 2024 Avrupa Atletizm Şampiyonası’nda yarışan Tuğba Danışmaz üç adım atlamada Türkiye rekoru kırarken gümüş madalya kazandı ve organizasyon tarihinde 1950 yılında bronz madalya kazanan Ruhi Sarıalp’ten sonra 2. kez bu kategoride madalya kazanan Türk sporcusu oldu. Türkiye’nin ilk yerli ve millî haberleşme uydusu Türksat 6A SpaceX iş birliğiyle uzaya gönderildi. Sokak hayvanları ile ilgili düzenlemeler içeren kanun yasalaştı. Mete Gazoz, Ulaş Berkim Tümer ve Muhammed Abdullah Yıldırmış’tan oluşan Okçuluk Erkek Milli Takımı Türkiye’nin Olimpiyatlardaki ilk takım madalyasını kazandırdı. Şevval İlayda Tarhan ve Yusuf Dikeç’ten oluşan 10m Havalı Tabanca Karışık Takımı Olimpiyatlarda Türkiye’nin atıcılıktaki ilk madalyasını kazandırdı. TSK tarihinde ilk kez Kara, Hava ve Deniz Harp Okulları birincileri kadın teğmenler oldu. TUSAŞ Anka-3 ilk atış testini gerçekleştirdi. 2024 yılı, Türkiye’nin birçok alanda önemli başarılar ve tarihi adımlar attığı bir yıl oldu. Ancak, başarılarla birlikte yaşanan kayıplar, zorluklar ve acılar da bu yılın bir parçasıydı. Hem ulusal anlamda hem de kişisel düzeyde, 2024, büyük dönüşümlerin yaşandığı bir yıl olarak hafızalara kazındı. 2025’e girerken, geride bırakılan bu yıl, bize hem gurur hem de umut aşılıyor; yeni yılın, tüm bu ilerlemelerin daha da güçlendiği, daha sağlıklı ve barış dolu bir dönem olmasını diliyoruz.
Aile Sağlık Merkezleri, Türkiye’nin sağlık sisteminin belki de en önemli yapı taşlarından birini oluşturuyor. Her gün yüzlerce insanın ilk başvurduğu sağlık hizmeti sağlayıcıları olan bu merkezler hem bireysel sağlık sorunlarını çözmekte hem de toplum sağlığını koruyarak büyük bir sorumluluk taşıyorlar. Ancak son dönemde aile hekimlerinin grev başlatması, sadece bu meslek grubunun değil, tüm sağlık sisteminin geleceği için önemli bir süreçtir.
Aile Hekimliği Ödeme ve Sözleşme Yönetmeliği
Aile sağlık hekimlerinin greve gitmesinin arkasında yıllardır biriken ekonomik ve mesleki sorunlar var. En temel sorunlardan biri, aile hekimlerinin maaşlarının yetersizliği ve çalışma koşullarının insana yakışmayan bir seviyeye gelmesidir. Aile hekimleri, sağlık hizmetlerinin temellerini atmakla kalmıyor, aynı zamanda toplum sağlığını koruyucu hizmetler sunuyor, aşılama yapıyor, hastalıkların erken teşhisi için taramalar yapıyor ve kronik hastalıkları yönetiyor. Tüm bu görevlerin yanı sıra, kişisel yaşamlarına zaman ayırmakta zorlanan hekimler tükenmişlik sendromuna yaşıyor.
Bu grev, sadece bir hak arayışı değil aynı zamanda sağlık sisteminin büyük bir uyarısıdır. Hekimler, yalnızca maddi beklentilerini değil, daha insanca bir çalışma ortamı ve özlük haklarının iyileştirilmesini talep ediyorlar. Bugüne kadar görmezden gelinen bu talepler, artık sağlık sisteminin temellerine adeta darbe vurmaktadır.
Özellikle pandemi döneminde sağlık çalışanları, ölüm riski altında çalıştılar, ekstra mesailer yaptılar ve sağlık sisteminin yükünü omuzladılar. Bugün, aile hekimleri sadece daha iyi maaşlar değil, daha adil bir çalışma ortamı ve geleceğe güvenle bakabilecekleri bir meslek hayatı talep ediyorlar. Bu taleplerin karşılanması, sadece aile hekimleri için değil, tüm sağlık sisteminin geleceği için hayati önem taşıyor.
Aile Hekimlerinin Rolü
Aile hekimlerinin rolü, sadece bireysel hastalıkların tedavi edilmesinin ötesindedir. Toplumun genel sağlığını izlemek, halk sağlığı projelerini yürütmek ve hastalıkların önlenmesine yönelik önlemler almak da onların görevleri arasındadır. Aile hekimleri, her gün binlerce insanla yüz yüze gelerek toplum sağlığının korunmasına yönelik önleyici sağlık hizmetleri sunar. Aşılar, rutin taramalar, bulaşıcı hastalıkların takibi ve kronik hastalıkların yönetimi gibi kritik işler, aile hekimlerinin uzmanlık alanına girer.
Yerli Malı Haftası, sadece tüketici davranışlarını şekillendiren bir hafta değil, aynı zamanda ekonomik bağımsızlığımızı pekiştirme adına atılacak önemli bu hafta, yerli malı kullanımını artırma ve tutumlu olma bilincini aşılamayı hedefler. Ancak, bu haftanın asıl amacının, bilinçli bir şekilde tüketim alışkanlıklarını değiştirerek, milli ekonomimize katkıda bulunmak olduğunu unutmamalıyız. Yani, Yerli Malı Haftası sadece alışveriş yapmaktan çok daha fazlasını ifade eder; bir yaşam biçimi, bir toplum bilinci ve geleceğe dönük önemli bir yatırımdır. Peki yerli malı haftası nasıl ortaya çıkmıştır bunu hiç düşündük mü? Tarihsel sürecine baktığımız zaman sadece milletimizin bağımsızlık mücadelesiyle değil, aynı zamanda ekonomik özgürlüğünü kazanma yolundaki kararlılığıyla da şekillenmiştir. I. Dünya Savaşı sonrası, ülkemiz ağır bir ekonomik darboğazla karşı karşıya kalmış, dışa bağımlılık artmış ve toplumda derin bir umutsuzluk hakim olmuştur. Ancak, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, bu sıkıntılı dönemden çıkmanın yolu sadece askeri değil, ekonomik bir zafer kazanmaktan geçiyordu. 1923 yılında İzmir İktisat Kongresi toplandı ve bu kongrede alınan kararlar, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığını sağlamak için attığı ilk adımların temel taşlarını oluşturdu. Atatürk ve arkadaşlarının önderliğinde, halkın yerli malına sahip çıkması gerektiği vurgulandı. O dönemde, yerli üretimin önemine dikkat çekilerek, dışa bağımlılığın sona erdirilmesi gerektiği ifade edildi. Bugün geldiğimiz noktadaysa, Yerli Malı Haftası’nın yalnızca bir hafta ile sınırlı kalmaması gerektiğini hepimiz biliyoruz. Ekonomik bağımsızlık ve yerli üretimi destekleme, günlük hayatımızın her anına yayılması gereken bir anlayış olmalıdır. Yerli malı kullanmak, sadece ekonomik kalkınmaya katkı sağlamakla kalmaz; aynı zamanda toplumsal bir dayanışmanın, milli birliğin ve kültürel bir direncin ifadesidir. Halk olarak hem üretici hem de tüketici olarak yerli malına sahip çıkmak, ülkemizin sadece bugünü için değil, geleceği için de kritik bir adımdır. Bu anlamda, Yerli Malı Haftası, bir hatırlatmadan öte, her bireyin sorumluluk taşıdığı bir hareket olmalıdır.
Sonuç olarak, Yerli Malı Haftası, sadece bir haftalık bir kutlama değil, Türk halkının ekonomik bağımsızlık için gösterdiği kararlılığın bir yansımasıdır. Bu haftayı anlamlı kılacak olan, sadece yerli ürünlere yönelmek değil, aynı zamanda yerli üretimi, tasarrufu ve milli bilinçle daha güçlü bir Türkiye için adımlar atmaya devam etmektir. Atatürk’ün 1923’te ortaya koyduğu vizyonu hatırlayarak, hep birlikte yerli üretimin gücüne güç katmak, sadece bugünü değil, yarınımızın da şekillenmesine katkı sağlayacaktır. Yerli Malı Haftası, bir haftalık kutlamadan çok daha fazlasıdır; bir yaşam tarzıdır, bir milli bilinçtir ve hepimizin ortak sorumluluğudur.
İnsan hakları, her bireyin yalnızca insan olmasından dolayı, hiçbir ayrım yapılmaksızın eşit, özgür bir yaşam sürme hakkına sahip olduğu bir temel ilkedir. Benim için, her birey cinsiyet, ırk, renk, din, dil, yaş, milliyet, düşünce farkı gözetmeksizin eşit haklara sahip olmalıdır. İnsan hakları, yalnızca yasal bir zorunluluk değil, aynı zamanda evrensel bir ahlaki sorumluluktur.
3 Aralık Engelliler Günü olarak dünya genelinde farkındalık yaratmak için kutlanır. Bazı bireyler doğuştan bazılarıysa başından geçen bir kaza sonucunda engelli birey sayılabilir. Bugün, sadece engelli bireylerin karşılaştığı zorlukları hatırlamakla kalmaz, aynı zamanda toplum olarak engellilik konusunda daha duyarlı, anlayışlı ve empatik olmamız gerektiğini de hatırlatır. Ancak, bu farkındalığı yaratmak ve engelli bireylerin yaşadığı zorlukları anlamak adına bazen temel insan hakları konusunda bile eksik kaldığımızı görmek üzücü. Engellilik, fiziksel ya da zihinsel bir durumun ötesinde, toplumsal bir sorun haline gelir. İnsanın yaşam kalitesini doğrudan etkileyen bu sorun, empati, anlayış ve duyarlılık gerektirir. Bugün, bu konudaki eksikliklerimize dikkat çekmek ve hep birlikte daha bilinçli bireyler olmanın önemini vurgulamak istiyorum.
Duyarlı ve anlayışlı olmak, sadece büyük ve derin meselelerde değil, günlük yaşamın küçük detaylarında da kendini gösterir. Engelli bireyler için ayrılmış alanların, yolların veya park yerlerinin işgal edilmesi, bu konuda toplumsal duyarlılığımızın eksik olduğunu gösteren basit ama anlamlı bir örnektir. Ne yazık ki, bu tür ihlaller günümüzde hala sıklıkla karşılaşılan bir durum. Birçok insan, “Ne olacak ki, sadece 5 dakikalık işim var” diyerek, engelliler için ayrılmış alanları işgal edebiliyor. Hatta bazıları bu davranışlarının ne kadar zararlı olduğunu fark etmiyor bile. Oysa dünya genelinde yaklaşık 1 milyona yakın engelli birey bulunmaktadır. Her
2024 yılı itibariyle, ülkemizde 401 kadın, eşi, babası ya da tanıdığı biri tarafından öldürüldü. Bu rakam, yalnızca bir istatistik değil, her bir kadının, her bir ailenin ve her bir toplumun yansımasıdır. Bugün, 25 Kasım-Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü, sadece geçmişte yaşananların değil, her gün yaşananların da hatırlatılması gerektiği bir gündür. Ben de bu yazıyı “Kadın”lar için yazmak istiyorum. Kadınlar, yalnızca hayatın içinde var olmakla kalmaz; toplumun ruhudur, toplumun dengesini, gücünü ve direncini şekillendirendir. Kadınların gücü, bazen bir bakışta, bazen bir gülüşte, bazen de karanlık bir geceyi aydınlatan bir yıldız gibi kendini gösterir. Her kadının hayatı, içindeki sevgiyle, fedakârlıkla, azimle ve gücün bir arada var olduğu bir hikâyedir. Kadın, sadece bir anne ya da eş değil, toplumun her alanında iz bırakan, yaratan, dönüştüren, umut veren bir bireydir. Kadının elinin değdiği her şey güzelleşir. Kadının dokunduğu her köşe, bir başka dünyaya dönüşür. Kadın, evde, işte, sokakta, her yerde güçlüdür. O, yalnızca bir koruyucu değil, bir inşa edendir. Kadınların yaratıcı gücü, toplumları ileriye taşıyan, yenilikçi, ilham verici bir güçtür. Kadınlar her alanda başarılar elde eder, engelleri aşar ve karanlıkları aydınlatır. Fakat bir yandan da, bu başarıların ve gücün sürekli bir tehdit altında olduğunu biliyoruz. Kadına yönelik şiddet, kadınların en temel hakları olan yaşama, özgürlük ve güvenlik haklarının sürekli ihlal edilmesidir. Kadınlar, en yakınları tarafından katledilirken, bir taraftan da sesleri, göz ardı edilir, hakları gasp edilir. Kadına yönelik şiddet bir insanlık suçudur ve her kadının, her insanın bu konuda sorumluluğu vardır. Şiddetin her türüne karşı durmak, sesini yükseltmek ve dayanışma içinde olmak, kadına karşı duyduğumuz saygıyı ve sevgiyi göstermek, bir insanlık görevidir.
25 Kasım, yalnızca şiddete karşı verilen mücadelenin hatırlatıldığı bir gün değil, aynı zamanda bu konuda farkındalık yaratmanın, kadınların haklarını savunmanın, eşitlik ve adalet talep etmenin simgesel bir zamanıdır. Kadınların gücünü kutladığımız, kadınların haklarını savunduğumuz bir gündür. Hep birlikte, daha adil bir dünya kurmak için sesimizi yükseltmemiz, kadınların yaşama hakkını, özgürlük hakkını savunmamız ve her türlü şiddeti kınamamız gerekir. Unutmayalım ki, her kadının hayatı, saygıyı, değeri ve hakları en az erkekler kadar kıymetlidir. Kadınlar, toplumları dönüştüren, güçlendiren ve geleceğe umutla bakan bireylerdir. Kadınların gücü, ancak herkesin el birliğiyle, toplumların ortak çabasıyla güvence altına alınabilir. Kadınların yanında olmak, onların sesine kulak vermek, eşitlik ve özgürlük mücadelesine katılmak, yalnızca bir insanlık görevi değil, aynı zamanda insana duyulan saygının da bir yansımasıdır.
Bugün, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde, sadece geçmişteki kayıplarımızı anmakla kalmayalım, her bir kadının haklarını, güvenliğini ve geleceğini savunmak için bir adım daha atalım. Her bir kadının yaşam hakkı, bizim de yaşam hakkımızdır.
Dünyada herkes için en değerli varlık olduklarını düşündüğüm çocuklar günümüzde ne kadar güvendeler? 20 Kasım gününü tüm dünyada “Çocuk Hakları Günü” olarak bilinmektedir. Peki çocuklarımızın en temel hakları nelerdir? Ne kadar çocuklarımızın haklarını koruyabiliyoruz?
Çocuk hakları, çocukların sadece temel yaşam haklarını değil, aynı zamanda kimliklerini ve aile bağlarını da güvence altına alır. Bu, her çocuğun yaşam hakkı kadar önemli bir temel haktır: nüfus kütüğüne kaydolma, isim belirleme, vatandaşlık edinme ve anne-babasını bilme gibi haklar, çocuğun kimliğinin ve bireysel varlığının tanınmasının ve korunmasının önünü açar. Çocukların hakları, yalnızca yaşamlarının ilk yıllarında değil, tüm yaşamları boyunca korunmalıdır. Ailelerinin kimliklerine sahip çıkma hakkı, yalnızca bireysel bir ihtiyaç değil, çocuğun güvenli, sağlıklı bir şekilde gelişebilmesi için de kritik bir faktördür. Aile birliği, çocuk için bir koruma alanı sağlar ve onun kimliğini inşa etmesine yardımcı olur. Sonuç olarak, her çocuğun kendi isminin, kimliğinin ve aile bağlarının saygı göreceği bir dünyada büyümesi, insan haklarının en temel ve en kutsal gerekliliklerindendir. Taraf devletlerin ve tüm toplumsal yapıların, çocukların bu haklarını koruyarak, onlara daha adil bir yaşam sunmaları gerekmektedir. Öyle bir zamandayız ki, çocuklar artık sadece sokaklarda değil, kendi ailelerinin yanlarında bile güvende değiller. Yaşama haklarını korumak, sadece onları beslemek veya barındırmakla ilgili bir mesele değil; onların duygusal, psikolojik ve fiziksel olarak güvenli bir ortamda büyümesi gerekiyor. Ne yazık ki, son yıllarda Türkiye'de onlarca çocuk ya öldü ya da öldürüldü. Bu çocukların katledilmesinin ardında kimlerin olduğu belli olmasa da bu ölümlerin sayısı her geçen yıl artıyor. Narin, Sıla bebek, yenidoğan çetesiyle öldürülen bebekler gibi örneklerle karşı karşıya kaldık. Bu çocukların katilleri kim olursa olsun, bu bir insanlık suçudur. Bu ölümler, sadece birer vaka değil, hepimizin ortak başarısızlığı ve toplum olarak bu konuda ne kadar duyarsızlaştığımızın bir göstergesidir. Bu cinayetlere karşı toplumsal duyarlılığımız ne kadar arttı? Hangi adımlar atıldı? Ne zaman duracaklar? Geçtiğimiz günlerde, beş kardeşin hayatını kaybettiği yangın ise hepimizi derinden sarstı. Devlet, geçen yıl 10 kez bu ailenin evine giderek, çocukları himayeye almayı teklif etmişti. Ancak aile, çocuklarından ayrı kalmak istemediği için bu teklifi reddetmişti. Kimse çocuklarından ayrı kalmak istemez. Ama bu trajedi, sadece aileye veya devlete yüklenebilecek bir sorumluluk değil. Hepimiz sorumluyuz. Çocukların güvenliği, sadece devletin değil, toplumun her bireyinin sorumluluğundadır. Devletin müdahaleleri ve ailelerin yaşadığı zorluklar tek başına yeterli olmayabilir. Bu noktada, toplum olarak bizler de duyarlı olmalı ve tehlike altındaki çocukları korumak için elimizden geleni yapmalıyız. Çocukların güvenliği, hepimizin ortak sorumluluğudur. Duyarsız kalmamalı, her çocuk için güvenli bir dünya yaratmaya çalışmalıyız.
10 Kasım, Türk milletinin hafızasında silinmez bir iz bırakan, anlam yüklü bir gündür. Cumhuriyetimizin kurucusu, büyük lider Mustafa Kemal Atatürk’ün 1938 yılında aramızdan ayrıldığı bugünde, her yıl bir kez daha derin bir özlem ve minnetle anıyoruz onu. Atatürk’ün ölümünün üzerinden geçen 86 yıl, Türk halkının gönlünde ve aklında hiçbir zaman silinmeyecek bir hatıra olarak yer etmiştir. 10 Kasım, her yıl yeniden hatırladığımız bir tarih değil, bir milleti ayağa kaldıran, onu geleceğe taşıyan büyük bir ideali simgeliyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrıldığı bugün, sadece bir liderin kaybının yıldönümü değil, aynı zamanda bir halkın yeniden doğuşunun, modernleşmesinin ve medeniyet yolunda atılan adımların kutlamasıdır. Bu özel gün, bize geçmişi hatırlatırken, aynı zamanda geleceğe yönelik büyük bir sorumluluk da yüklüyor. Mustafa Kemal Atatürk, yalnızca bir askeri lider, bir devrimci ya da bir politikacı değil, halkının geleceğine yön veren bir vizyonerdi. 1923’te Cumhuriyet’i ilan ettiğinde, Türk halkına sadece bağımsızlık değil, aynı zamanda çağdaşlık, özgürlük, eşitlik ve bilimin ışığında bir hayat tarzı sunmuştu. O, kurtuluş mücadelesinin önderi olarak yalnızca bir halkı işgal altındaki topraklarından kurtarmakla kalmamış, aynı zamanda halkına büyük bir ideolojik dönüşüm ve toplumsal yenilikler vaat etmiştir. 10 Kasım’da, Atatürk’ün sadece bir tarihsel şahsiyet değil, bir yaşam anlayışının, bir halkın kendini yeniden keşfetme ve çağdaş dünyada hak ettiği yeri alma kararlılığının simgesi olduğunu anlamalıyız.
Bu özel günde, Atatürk’ün ölümünü anarken, onun sadece bir lider olarak değil, bir halkın yeniden doğuşunu şekillendiren bir düşünür, bir devrimci, bir eğitimci olarak bize bıraktığı mirası tekrar hatırlamalıyız. 10 Kasım, yalnızca bir kaybın yıldönümü değil, aynı zamanda bir halkın yeniden doğuşunun, modernleşmesinin ve medeniyet yolunda atılan adımların kutlamasıdır. Atatürk’ün Cumhuriyet’i kurarken yaptığı inkılaplar, yalnızca siyasi ve ekonomik bir devrim değil, Türk toplumunun sosyal, kültürel ve düşünsel yapısının da dönüşümüdür. Onun izinden giden bir toplum olarak, 10 Kasım, sadece geçmişi hatırlamakla kalmamalı, aynı zamanda bu devrimlerin daha da ileriye taşınması, çağdaş dünyadaki yerimizin sağlamlaştırılması adına büyük bir sorumluluk hissetmeliyiz. Atatürk’ün en büyük mirası, kuşkusuz ki Cumhuriyet’tir. Ancak bu miras, yalnızca siyasi bir yapının ötesinde, bir düşünce biçiminin, bir yaşam tarzının, bir halkın kendini ve dünyadaki yerini yeniden tanımlamasının da teminatıdır. Bugün, 10 Kasım’da bu mirası sahiplenmek, sadece Cumhuriyet’in ilanına saygı göstermekle kalmak değil, aynı zamanda Atatürk’ün belirlediği hedeflere doğru ilerlemeye devam etmek demektir. Onun “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” diyerek işaret ettiği yolda, bilimin, eğitimin ve çağdaş düşüncenin rehberliğinde daha aydınlık bir Türkiye için çalışmak, tüm yurttaşların ortak sorumluluğudur. Atatürk’ün “Cumhuriyet’i biz kurduk, onu yaşatacak ve koruyacak olan sizlersiniz” sözleri, geçmişin mirasıyla bugünün sorumluluğunu birleştiren güçlü bir mesajdır. 10 Kasım, sadece hatırlamakla kalmayıp, Atatürk’ün gösterdiği hedeflere ulaşma noktasında her birimizin üzerine düşeni yapması gerektiğini hatırlatan bir gündür. Hep birlikte, Cumhuriyet’in değerlerine sahip çıkarak, onu daha da ileriye taşıyarak, Atatürk’ün izinden yürümek, Türkiye’yi daha aydınlık yarınlara taşımak için sorumluluğumuzu yerine getirmeliyiz.
Ülkemizde her yıl 3-9 Kasım arasında “Organ Bağışı ve Nakillerine” dikkat çekmek için belirlenen bir haftadır. Bu hafta içerisinde tüm halka organ bağışının önemi, nakil sürecinin insan hayatındaki yeri üzerine bilgilendirmeler yapılıyor. Bağış ve nakillerin önemini böyle bir hafta da değil tüm yıl boyunca halkı bilgilendirmemiz gerekir. Organ bağışını bilenin bilmeyeni bilgilendirmesi herkesin üzerine düşen büyük bir sorumluluktur. Peki organ bağışı nedir? Yeterince bu konu hakkında bilgi sahibi miyiz? Organ bağışı, kişinin yaşamı boyunca kendi özgür iradesiyle, ölümünden sonra organlarını başka hastaların tedavisinde kullanılmak üzere vasiyet etmesidir. Bu işlem, sadece 18 yaşını aşmış ve akli dengesi yerinde olan tarafından gerçekleştirilebilir. Fakat organ bağışında bulunan herkesin organlarının her durumda kullanılabilir olduğunu söylemek yanlış olur. Organ bağışı yapılsa bile, her ölüm sonrası organ nakli mümkün değildir. Özellikle, kişinin evde, sokakta veya hastanelerin herhangi bir servisinde ölmesi durumunda, organları kullanılamaz. Organ nakli yalnızca, yoğun bakım ünitelerinde solunum cihazına bağlı olarak beyin ölümü gerçekleşen hastalarda gerçekleştirilebilir.
Peki, beyin ölümü nedir? Beyin ölümü, beyin fonksiyonlarının tamamen kaybolduğu, geri dönüşü olmayan bir durumdur. Bu durumun tam olarak anlaşılması için özel testler uygulanır ve iki alanında uzman hekim tarafından beyin ölümünün gerçekleşip gerçekleşmediği karara bağlanır. Aileye bu karar bildirildikten sonra, organ bağışı süreci başlatılabilir. Organ bağış
Cumhuriyet’in 101. yıl dönümünü kutlayacağımız bu hafta içimizde hem buruk hem de sevinç var. Tam da Cumhuriyetimizin ilan edildiği zamana sayılı günler kala yaşanan TUSAŞ’a (Türk Havacılık ve Uzay Sanayii AŞ) düzenlenen hain terör saldırısı Türk halkını derin bir üzüntüye boğmuştur. Bu saldırı ile ülkemiz hem üzüntü yaşıyor hem de Cumhuriyetimizin 101. yılına yaklaşmasından dolayı mutluluk yaşıyor. Cumhuriyet’in ilanı ile yeni reformlar bizlere; bağımsızlık, özgürlük ve demokrasi gibi evrensel değerleri kazandırmıştır. TUSAŞ’a yapılan hain saldırı, geleceğimize ve aydınlık yarınlarımıza yönelik kararlılığımızı yıkamaz, sarsamaz. Tam tersine, bu tür saldırılar, Cumhuriyetimizin kazanımlarını koruma azmimizi daha da güçlendiriyor. Gelecek nesillere daha aydınlık yarınlar bırakmak daha da güçleniyoruz. Yıkılmadan, daha da azimle, dimdik duracağız.
Son bir aydır, ülkemizde yaşanan olaylar hepimizi derinden sarstı. Her gün gazetelerde ve ekranlarda karşımıza çıkan kayıp haberleri, cinayetler ve hatta masum bebeklerin hayatlarını kaybetmesi, aklımızı kurcalayan bir soru doğuruyor: Neden dur demiyoruz?
16 Ekim tüm dünya genelinde tarımın önemi ve gıda güvenliğine dikkat çekmek için bir fırsat. Tarıma elverişli bir ülke olmamız nedeniyle, toplumumuzun büyük bir kısmı tarımsal faaliyetlerle geçimini sağlıyor. Bu durum, tarımın ekonomik açıdan sağladığı katkının yanı sıra, gıda güvenliği ve sürdürülebilir kalkınma açısından da kritik bir rol oynadığını gösteriyor. Tarım, sadece yiyecek üretimi değil, aynı zamanda kültürel değerlerin korunması ve çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması açısından da büyük önem taşıyor.
Ben bu haftaki yazımda sizlere tarımın dışında daha önemli bir sorun olan gıda güvenliğine değinmek istiyorum. Biliyorsunuz ki günler önce herkesin sıklıkla gittiği bir restoran zincirinde domuz eti tespit edildi. Bu olay tüm Türkiye’de ses getirdi. Şirket kurucusu suçlamaları kabul etmedi fakat herkesi bu durum tedirgin etti ve gıda güvenliği konusunun ne denli hayati olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Peki bu kadar önemli olan gıda güvenliği nedir? Gıda güvenliği, gıdaların üretim aşamasından tüketicinin sofrasına ulaşana kadar karşılaşabilecekleri fiziksel, kimyasal ve biyolojik risklerin önceden belirlenip ortadan kaldırılmasını sağlayan kapsamlı bir önlem setidir. Bu süreçte, gıdaların güvenilirliğini artırmak için her aşamada titizlikle kontrol ve denetim yapılması esastır. Gıda güvenliğini sağlamak hem sağlık hem de beslenme açısından büyük önem taşır ve toplumun genel refahını doğrudan etkiler.
Zincir restoranda çıkan domuz eti
Serebral Palsi çocukluk döneminde görülmeye başlayan, beyin hasarına bağlı olarak çocuklarda motor becerilerinin gelişiminde yaşanan zorlukların yaşandığı sağlık sorunudur. Ülkemizde görülme sıklığı yapılan çalışmalar da 1000 hasta üzerinde 4 kişi olarak belirlenmiştir. Serebral Palsi durumunu yaşayan ebeveynlerin yaşadıkları zorluklara karşı farkındalık yaratmak için her yıl 6 Ekim dikkat çekmek amacıyla önemli bir fırsat sunmaktadır.
“Bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” sözü kahvenin sosyal ilişkilerdeki önemini vurguluyor. Bir fincan kahve, dostlukları pekiştirir ve hatıraları canlı tutar. Kahve; paylaşmak, samimi sohbetlerin ve derin bağların oluşmasını sağlar. İster bir arkadaşla yapılan sohbet, ister ailenizle geçirilen bir akşam yemeği, kahve bu anların tadını çıkartmak için mükemmel bir araçtır. Bir fincan kahve, sadece bir içecek değil; dostlukların pekiştiği, anıların paylaşıldığı ve fikirlerin tartışıldığı bir ortam yaratır. Kahve dükkanları, bu sosyal etkileşimin merkezleri haline gelmiştir.
1 Ekim Dünya Kahve Günü’nde, kahve dükkanları çeşitli kampanyalar düzenleyerek bu özel günü kutluyor. Siz de bugün kahvecilere uğrayarak ücretsiz veya indirimli kahvenizi arkadaşlarınızla paylaşabilir, kahvenin getirdiği mutluluğu bir arada yaşayabilirsiniz. Unutmayın, bir fincan kahve sadece bir içecek değil; dostlukların pekiştiği, anıların paylaşıldığı ve fikirlerin tartışıldığı bir ortam yaratıyor. Kahvenin dünyada birçok çeşidi bulunuyor. Türklerin vazgeçilmezi olan “Türk Kahvesi” kendine özgü yapılışı ve sunumu ile dünya genelinde bilinen bir lezzettir. İnce çekilmiş kahve, su ile cezvede kaynatılır ve köpüğüyle birlikte fincana dökülür. Yanında su ve lokum ile ikram edilir. Turistlerin de sunumuyla yapılışıyla dikkatini çeken kahve kültürel miras olarak UNESCO tarafından korunmaktadır. UNESCO korumasında olan “Türk Kahvesi” Türk kahvesinin zengin tarihini ve geleneğini vurguluyor.
1 Ekim gününde genellikle her gün tükettiğimiz kahvenin sadece içmek
Her yıl 21 Eylül Dünya Barış günü olarak kutlanmaktadır. Barış; çatışma, savaş veya düşmanlık durumlarının olmaması anlamına gelir. Sadece çatışma, savaş veya düşmanlığın olmamasına gelmiyor. Aynı zamanda toplumsal huzur, adalet ve eşitlik anlamına da gelmektedir.
15 Eylül tüm dünyada Demokrasi Günü olarak belirlendi. Peki demokrasi ne anlama geliyor? Demokrasi kelime anlamı olarak halk egemenliği anlamına gelmektedir. Bireylerin eşit haklara sahip olduğu ve oylamayla seçildiği bir hükümet biçimi sayesinde bu, yaşamanın daha şeffaf ve adil bir yoludur. Sadece eşit haklara ve yönetişime değil, aynı zamanda sosyal ve bireysel hakların korunmasına da atıfta bulunur.
Bir şehrin değil ulusun yeniden doğuşu olan 9 Eylül İzmir’in Kurtuluş’unun üzerinden tam 102 yıl geçti. 1922 yılında İzmir’in Yunan işgalinden kurtarılması, Türk milletinin direnişinin ve bağımsızlık için verdiği mücadelenin somut bir örneğidir. Türk milletinin bağımsızlık mücadelesinin altın harflerle tarihimize yazmış olduğu, bir şehrin yeniden doğuşunun ve özgürlüğe kavuşmasının günüdür. 9 Eylül, Türk milletinin gücünü, azmini ve bağımsızlık uğruna verdiği mücadeleyi en iyi şekilde temsil eder.