Geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin dört bir yanında yangınlar sürerken, 10 orman işçisi hayatını kaybetti. Alevlerin içinde, doğayla savaşan insanlar, birer kahraman olmalarına rağmen, bizler için sadece bir sayıdan ibaret oldular. Oysa bu insanları kaybetmek, sadece bir iş kazası değil; bu toprakların üzerindeki bir yara, bir eksikliktir. Biz, orman yangınları ve iklim felaketiyle savaşırken, onları kaybetmenin acısını yeterince içselleştirebildik mi?
Yangınları söndüren sadece su değil; o alevlerin içinde yaşam mücadelesi veren insanlardır. Yangınları söndüren sadece teknoloji değil, bu toprakların tarihini, mirasını, değerlerini korumaya çalışan bir halktır. Ama geldiğimiz noktada bu insanları, orman işçilerini, söndürme ekiplerini düşünürken, bir soru hep kafamızda yankılanıyor: Onlar öldü, ama biz ne yapıyoruz?
Yangınları sadece ağaçları, ormanları ve hayvanları yakmakla kalmıyor; aynı zamanda toplumun bilinçaltını da ateşe veriyor. Bir yangın çıktığında, çoğu zaman haberlerde gördüğümüz şey ne? “Rüzgâr hızla yayıyor, hava sıcaklığı arttı, alevler köylerin kapısına dayandı.” Ama neredeyse her seferinde, yangının çıkış nedeni üzerine gerçek bir sorgulama yapmıyoruz. Toplum olarak, çoğunlukla orman yangınlarını doğal felaketler gibi algılıyoruz; sanki her şey doğanın bize oynadığı bir oyunmuş gibi. Oysa yangınların yüzde 90’ı insan kaynaklı. Bu, yalnızca ihmallerin, dikkatsizliklerin veya kasten çıkarılan ateşlerin değil; aynı zamanda çevresel suçların, yasaların ve toplumsal duyarsızlığın da yansımasıdır.
Bu yangınlar sadece devletin veya yerel yönetimlerin sorumluluğu değil; her bir bireyin, her bir vatandaşın sorumluluğudur. Toplumda büyük bir bilinç eksikliği var. Orman yangınları sırasında “Bir kıvılcım bile dünyayı değiştirebilir” diyenlerin sayısı ne yazık ki çok az. Bu, yalnızca afetler anında hatırladığımız bir mesaj olmalı değil; yaşamın her anında aklımızda olmalı. Çünkü ormanlar, sadece oksijen kaynağımız değil; aynı zamanda hayatımızı sürdürebilmemiz için gerekli temel taşları korur.
Tüm bu acılardan çıkardığımız ders şudur: Yangınları durdurmak sadece fiziksel bir mücadele değil; kültürel bir devrimi gerektiriyor.
Sonuçta, orman yangınları, yalnızca ağaçları, hayvanları ya da evleri yakmakla kalmaz, aynı zamanda bizleri de sınar. Her yangın, toplumsal hafızamızda bir yara açar, çünkü bir halkın, bir milletin geleceği, doğayla kurduğu ilişkiyle doğrudan orantılıdır. Ancak unutmayalım ki, bu yangınları sadece doğa değil, insan yaratıyor. Ve belki de en büyük sorumluluk, hepimizin üzerinde: Bilinçlenmek, önceden tedbir almak ve toplum olarak yangınları engellemek.
Yaz aylarında sıcaklıklar yükselirken, ormanlarımız da tehlikeye giriyor. Kamp ateşinin bir anlık dikkatsizliği, bir sigara izmaritinin yere atılması, ya da yangın alanlarına izinsiz girilmesi, onlarca hektarın kül olmasına neden olabilir. Her bireyin, her köyün, her şehrin bu konuda bilinçli olması gerekiyor. Bu, sadece orman köylüsünün değil, şehirdeki her insanın sorumluluğudur. Çünkü biz, doğayla uyum içinde yaşamayı başaramadıkça, her yangın, yalnızca o ormanı değil, geleceğimizi de yok eder.
Bu yaz, her birimizin daha dikkatli olma zamanı. Bir kıvılcımın neye mal olabileceğini unutmamalıyız. Ormanlarımızı korumak, hepimizin görevi; çünkü ormanlar, sadece oksijen değil, aynı zamanda kimliğimizdir.
Ve belki de şimdi, bu yaz, bu yıl farkındalığı bir adım daha ileri taşıma zamanıdır. Her birimizin küçük bir katkısı, büyük bir fark yaratabilir. Ormanları korumak, sadece bir yazın sorunu değil, geleceğimizin sorunudur. Unutmayalım, her gün orman yangınlarıyla mücadele etmek, yangınlar başlamadan önce onları engellemektir.