Nisan ayı geldi mi, takvimler bir hafta boyunca turizmi işaret eder. “Turizm Haftası” der geçeriz çoğu zaman. Ama İzmir’de yaşayan biri için hafta değil, aynı zamanda bir muhasebe zamanıdır. Çünkü İzmir; tarihiyle, deniziyle, mutfağıyla, insanıyla öyle büyük bir zenginlik ki, sadece turistlerin değil, İzmirlilerin bile yeniden keşfetmesi gereken bir yer. Çeşme’de sıcacık deniz, Kemeraltı’nın dar sokaklarındaki kahve kokusu, Urla’da üzüm bağları… Bu güzellikler sadece birer manzara değil, sorumluluk da yüklüyor bize. Peki biz İzmir’in bu güzelliklerinin farkında mıyız?
İzmir, yalnızca tatilcilerin uğradığı bir durak değil; uygarlıkların bulunduğu, her taşın altından tarih fışkıran bir açık hava müzesi. Efes’in görkemi tüm dünyayı kendine hayran bırakırken, kent merkezinde yer alan Agora Antik Kenti’nin çevresi hâlâ modern binalarla iç içe, adeta yok sayılmış gibi duruyor. Kadifekale, gün batımında kartpostallık bir manzara sunarken, o eşsiz Roma surlarının hemen yanı başında çöp yığınlarıyla karşılaşmak mümkün. Bergama gibi UNESCO mirasına girmiş bir hazinenin yolu bile zaman zaman bakımsızlıktan turistleri utandıracak hâlde. Bu tablo, aslında bir şeyi net biçimde gösteriyor.
Belediyelerin, yerel yönetimlerin bu mirasa sahip çıkmak adına atacağı adımlar çok kıymetli. Basit gibi görünen bir çöp kutusu yerleştirme işi, aslında bir tarihi alanın geleceğini kurtarabilir. Yeterli temizlik, düzenli bakım ve bilinçli koruma uygulamalarıyla; bugün bakımsız görünen bir antik kalıntı, yarının göz kamaştıran bir kültür rotasına dönüşebilir. Ne yazık ki hâlâ bazı bölgelerde, turistin adım attığı noktada ilk karşılaştığı şey bir bilgilendirme tabelasından çok moloz ya da plastik poşet oluyor. Ne yazık ki bazı belediyeler, tarihî alanların bakımını yalnızca özel günlerle sınırlı tutuyor. Turizm Haftası ya da bir bayram yaklaşınca alelacele yapılan temizlik çalışmaları, yılın geri kalanında bu alanların kaderine terk edildiğini gizlemeye yetmiyor. Oysa tarih dediğimiz şey, yılda bir kez hatırlanacak bir anı değil; her gün temas ettiğimiz, her gün sorumluluğunu taşıdığımız canlı bir değer.
Ancak iş sadece yerel yönetimle de bitmiyor. İzmir’in tarihî zenginliğine sahip çıkmak, burada yaşayan her bireyin sorumluluğu. Bir kalıntının üstüne isim kazımamak da bir sorumluluk, tarihi bir mekânı gezerken yere çöp atmamak da. Bugün Kemeraltı’nda yürürken geçmişle iç içe olduğumuzu hissedebiliyorsak, bu hissin devamı için hep birlikte emek vermemiz gerekiyor. Tarihe duyulan saygı, sadece rehberlerin anlattığı hikâyelerde değil; günlük hayatın içindeki küçük davranışlarda da kendini göstermeli. Gençlerimize, çocuklarımıza bu bilinci aşılamadıkça, elimizdeki miras ne yazık ki sadece fotoğraflarda yaşamaya mahkûm kalacak.
Sonuç olarak, nasıl bir yer görmek istiyorsak, orayı öyle bırakmak zorundayız. Gezdiğimiz, fotoğraf çektiğimiz, hayran kaldığımız her köşe bizim aynadaki yansımamız aslında. Eğer Efes’in taşları arasında geçmişi hissetmek istiyorsak, o taşların temiz kalmasına, zarar görmemesine hep birlikte dikkat etmeliyiz. Turizm, yalnızca bir şehir ekonomisini değil, bir toplumun kültüre ve tarihe olan bakışını da yansıtır. Gelin, İzmir’i sadece sevmekle kalmayalım; onun geçmişine, dokusuna, güzelliğine sahip çıkalım. Çünkü bu şehir bize miras değil, emanet.