Sayfa Yükleniyor...
Antik Yunan’da yaşıyor olsaydık ‘demokrasi ne güzel rejim değil mi sevgili Atinalılar’ dediğimizde büyük ihtimal yüzümüze ‘ne diyor bu’ şeklinde bakan onlarca insan görürdük...
Demokrasi son iki yüzyılın öne çıkan rejimi...
Toplumun en alt katındaki insanlarının yönetime katılmasını sağlamak tahmin edersiniz ki o kadar kolay bir eylem olmadı...
Fransız İhtilali ile başlayan süreçte yönetme hakkını doğuştan kendinde gören aristokrat kesim bir daha belini doğrultamayacak şekilde iktidarı kaybetti...
Doğanın boşluk kaldırmayacağı gerçeğinden yola çıkan burjuvazi, zekası, gücü ve parasıyla aristokrasinin bıraktığı boşluğu doldurmak için kolları sıvadı...
‘Mavi kanlı’ aristokratların yerine ‘kırmızı kanlı’ burjuvanın geçmesi için eksik olan bir kesim vardı...
Proletarya...
Burjuva, emekçi halkın sayısal gücüyle kendi maddi gücünü birleştirmek istediğinde aranan formül, Antik Yunan’ın burun kıvırdığı demokraside bulundu...
Sandık ortaya konulacak, burjuvanın istediği aday proleteryanın verdiği oyla iktidarı ele geçirecekti...
Öyle de oldu...
Dağılan imparatorluklar, ulus devletler, üst üste verilen büyük savaşlar, önce işçilerin, ardından kadınların baş kaldırmasıyla elde edilen haklar ve her tartışmada baş rolde olan ‘demokrasi’ kavramı.
İnsanoğlunun geldiği günümüz atmosferinde ‘demokrasi’ denilen ütopik gerçekliğin sadece ve sadece batı kültüründe yaşama geçirilebilmesi tesadüf değil...
Çünkü demokrasi yönetme biçiminden çok aslında bir ‘yaşam biçimi’...
Evinde televizyon kumandasını kimseyle paylaşamayanların demokrasi nutukları atmasının çok da önemi yok...
Demokrasinin açmazını ‘tolerans paradoksuyla’ ortaya koyan kişi Karl Popper’dir...
Demokrasi her türlü görüşe o kadar tolerans gösterir ki, gün gelir sıfır tolerans gösterenler gücü ele geçirip, demokrasinin cenaze namazını hep birlikte kılabilir...
Tolerans güzeldir ama nereye kadar?
İnsanlık henüz ‘demokrasinin bu paradoksunu aşabilecek’ formülü bulamadı...
Bulabilir mi?
Zor, çok zor...