Sayfa Yükleniyor...
Bizim kültürümüzde birisi lafı gereğinden fazla uzattığında genelde hep aynı tepkiyle karşılaşır ve suratının ortasına; ‘felsefe yapma!’ diye seslenilir...
İnsanın ihtiyaçları dört adımda şekillenir...
Türkiye’de yaşı yarım asrı deviren nesiller krizlere alışıktır. Enflasyon canavarını evlat edinecek kadar yakından tanımış nesiller için bile içinde yaşadığımız bu dönem başka bir dönem... Öncekilerden çok farklı... Kesinlikle daha yakıcı, kesinlikle daha yıkıcı... Aynı anda hem gıdaya, hem barınmaya hem de sağlığa ulaşmanın bu kadar zor olduğu bir dönem cumhuriyet tarihinde bir ilk... Bütün bu hayat pahalılığını marketlerde fiyatı değişmeyen tek ürün olan 250 kuruşluk poşetlere doldurabilecek tek makam olan muhalefetin duruşu ve çabası nedense bir türlü kamuoyunda beklenen tepkiyi oluşturamıyordu...
Bir kez daha gösterdi ki; ‘savaş, insanlığın en korkunç icadı’...
Karl Marx Das Kapital’in hazırlıkları için kapandığı British Library’de zamanın İngiliz hükümetinin resmi bir belgesi karşısında neye uğradığını şaşırdı... Belgeye göre 12 yaşındaki çocuklar günde 14 saat, hafta izni olmadan köleler gibi çalıştırılıyor bunun karşılığında ancak karınlarını doyuracak kadar ücret elde ediyorlardı...
Sör İsaac Newton sıra dışı bir insandı ve sıra dışı bir insana yakışır bir hayat yaşadı...
Bizim kültürümüzde ‘Tanrı’ ve ‘Devlet’ kavramının ortak özelliği ‘Baba’ figürüyle özdeşleştirilmiş olmasıdır… Sadece bize özgü bir durum değildir bu... Geçmişi eskiye, çok çok eskiye dayanır...
Franz Kafka “Sahteliğin tüm zamanların rekorunu kırdığı bir devir” derken insana sanki günümüze ışık tutmak istemiş olabilir diye düşündürtüyor... Bana kalsa ‘sahtelik’ yerine ‘samimiyetsizlik’ daha doğru bir tercih olurdu... Kamusu, özeli, eğitimlisi, cahili, kadını, erkeği, yaşlısı, genci ortak sorunumuz ‘samimiyet’ olabilir... Eskiler, ‘bir işi bedeninle yaparsan amele, ruhunla yaparsan usta, gönlünle yaparsan sanatkar olursun’ derlermiş...
İspanyol keşiş Luis Alfonso takvim yaprakları 1695 yılını gösterirken defterinin başına eğildi ve “Doğa artık çok yoruldu” diye yazdı... Alfonso Usta günümüzde yaşananları görebilseydi eğer büyük ihtimal ‘ben dememiş miydim’ diyerek haklı çıkmanın gururunu yaşardı... Belki de Shekaspeare; “Bugünlerin talihsizliği delilerin körleri yönetmesidir” derken günümüzü işaret ediyordu, kim bilir? Günümüzün en büyük salgınına virüsler değil, olaylara bakış açımız neden oluyor...
“İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur” diyen Jean Jacque Rousseau’nun aksine ben “İnsan, özgürlüğe mahkumdur” tezini savunan Jean Paul Sartre’dan tarafım... İnsanı ilk andan itibaren ‘mahkum’ etmek hem de özgürlüğe mahkum etmek ‘dört köşeli üçgen çizmek’ kadar trajedik bir eylem...
1959’da zamanının en ünlü şairlerinden biri olan Behçet Kemal, dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a yeni bir şairi şu sözlerle tanıtır...
Çernobil’de yaşanan kazayı ilk duyduğumda genç bir üniversite öğrencisiydim... İlk başta ne kadar büyük bir felaketin içinde olduğumuzu hiç birimiz anlamamıştık... Öğrendik... Yaşayarak öğrendik...
CHP Genel Başkanı kürsüde konuşuyor... Grup toplantılarının artık alıştığımız görüntülerinden birine daha tanıklık ediyoruz... Seçmene yönelik mesajlarını bitirir bitirmez salon toplu halde ayağa kalkıp alkışlamaya başlıyor... Derken televizyon ekranlarına İzmir’den tanıdık bir yüz yansıyor... En ön sırada oturmuş, en hararetli alkışlayan olmak ister gibi, ellerini hızla birbirine çarpıyor... ‘Eee ne var bunda?’ diyeceksiniz elbette...
Geçtiğimiz haftanın İzmir siyasetinde gündem CHP İzmir il örgütünün verdiği yemekti...
‘Ormanlar kralı aslan’ der geçeriz... Oysa aslanın mekanı savanadır, orman değil...
Antik Yunan’da yaşıyor olsaydık ‘demokrasi ne güzel rejim değil mi sevgili Atinalılar’ dediğimizde büyük ihtimal yüzümüze ‘ne diyor bu’ şeklinde bakan onlarca insan görürdük...
Bir Sümer Atasözü der ki: “Kasapların tartışmasında koyunların taraf tutması, koyunların kaderini değiştirmez.”
Hepimiz farkında olmasak da ‘iki dünya’ arasında sıkışıp kalmış bir yaşam sürüyoruz... Doğanın fiziki kurallarının geçerli olduğu ölümlü dünya, bir de kural ve sınır tanımayan kendine özgü, ölümü bile öldürecek güce sahip metafizik bir dünya... Biri akla hitap eder, diğeri tamamen duygulara... İki dünya arasındaki köprüleri inşa edenlere biz ‘sanatçı’ diyoruz... Resimle, müzikle, heykelle, edebiyatla ama illaki de şiirle atılan köprülerden geçiyoruz dur durak demeden... Sizi bilmem ama beni ilk cezbeden şairdir Orhan Veli...
İslam havuzunda her şeye izin var, felsefe hariç.
İnsan, yaşamını ‘iki temel’ ilkenin üzerine inşa eder...
1- İkna olmak...
2- İkna etmek...
İlk nefesten son nefese kadar verilen çabanın özünde bu iki ilke karşımıza çıkar...
Üstelik sadece bize özgü değildir bu durum...
‘Ol’ demesiyle kainatı yarattığını inandığımız Tanrı bile aynı yönteme başvurur...
İnsanları ikna etmek için peygamberleri, peygamberleri ikna etmek için Cebrail’i gönderir...
Bütün dinlerin temelinde ‘ikna’ vardır...
Gücü sonsuz olan yaradanın başvurduğu bu yöntem, sanki insanoğlunun sırtına ömür boyu taşıyacağı bir yük olarak yüklenmiştir...
Karşımızdakini ikna etmek için kimi zaman tanınmış isimlerin, büyük büyük adamların, tarihte öne çıkmış insanların arkasına sığınırız....
Sokrates bunu dedi, Freud bunu söyledi, Marks şuna işaret etti demenin temel sebebi o insanların ünü üzerinden karşımızdakini ikna etmekten başka bir şey değildir...
‘Bana karşı gelmek kolay, sıkıysa Focualt’a, Aristoteles’e, Platon’a, Spinoza’ya karşı gel’ demenin ana gerekçesi budur...
Yaşımız, cinsiyetimiz, etnik kimliğimiz, mezhebimiz, ideolojimiz ne olursa olsun ‘ikna olmakla’, ‘ikna edebilmek’ arasında savrulup dururuz...
İkna edebilme konusunda başarısız olanların ortak özelliği hayatları boyunca ‘psikolojik’ sorunlarla boğuşmak zorunda kalmalarıdır.
‘Şiddet’, genellikle bu dönemde başvurulan bir yöntemdir...
‘İkna’ edememenin yarattığı boşluğu doldurmak için en ideal yöntemdir şiddet...
Boşluk ne kadar büyükse, şiddet de o derece şiddetli olacaktır elbette...
Çevrenizdeki insanlara bakın; hayatta başarısız olanların ortak özelliğinin
Dostoyevski “İnsancıklar” adlı kitabında: “Çok tuhaftı, ağlayamadım. Ama ruhum paramparça olmuştu” der.
Karl Marx’ın yazılarını ne zaman okumaya başlasam satır aralarına sinmiş bir duygunun sessiz bir çığlık attığını hissederim...