Sayfa Yükleniyor...
Osmanlı Devleti’nde halkın yüzde 90’lık bir kısmı kırsal kesimde yaşamaktaydı. Ancak özellikle iç bölgelerde, tarım ürünlerinin develerle taşınmasından ötürü, İstanbul’a gelecek olan tarım ürünlerinin maliyeti oldukça artıyordu. Bu sebeple İstanbul, genel olarak hububat ihtiyacını Balkanlardan ve Ege kıyılarından sağlamaktaydı. Halkın tarım yaparken oldukça sınırlı bir güçle çalışmasından ötürü, büyük bir üretimden söz etmemiz mümkün değildir. Avrupa köylüleri de Osmanlı köylüleri de kendi ürettikleri besini kullanmaktaydılar. Bu da üretimin sınırlı olduğunu gösteren bir etmen olarak karşımıza çıkmaktadır. Köylüler ürettikleri ürünlerin fazla kısmını pazarlarda satmaktaydı. Ancak günümüzdeki kapitalist dünya ile kıyaslayacak olursak bu pazarlar oldukça küçük ve sınırlıydı.
16. yüzyılda nüfusun beşte birlik kısmı göçebe halinde yaşamaktaydı. Göçebe halk tarımla değil hayvancılıkla uğraşmaktaydı. Göçebe halk da pazarlarda alışveriş yapmakta ancak tarım yapmadıklarından ötürü, yalnızca hayvan satışı yapmaktaydılar.
Osmanlı Devleti’nde tarımın temel birimi köylü ailelerinin tarım işletmeleriydi. Devlete ait olan topraklar, bir belge ile köylülere verilirdi ve toprağı ekmesi sağlanırdı. Köylülere verilen bu topraklar her zaman para karşılığında verilmezdi. Zira bu dönemde para kullanımı, günümüzdeki kadar yaygın değildi. Bu durum tımar sistemini ortaya çıkarmıştır. Tımar sisteminin kökenleri Bizans ve Selçuklu Devletlerinden gelmekteydi. Bu sistem sayesinde, ekstra bir bütçe harcamadan, ordu hazır halde tutulmaktaydı. Bu sistem yalnızca Osmanlı Devleti’nde değil, tüm dünyada oldukça yaygındı.
Tımar sisteminin en önemli avantajı, kırsal kesimde vergi toplamanın kolay hale gelmesiydi. Ayrıca küçük işletmelere dayanan bu yapı, bir aristokrat sınıfının oluşmasını da engellemekte ve ortaya çıkacak siyasi alternatiflerin de önüne geçilmekteydi.