Sayfa Yükleniyor...
Bugünkü köşemde sizlere İzmir İktisat Kongresi’nden bahsedeceğim. Yakın tarihimizin önemli olayları arasında yer alan bu kongre 17 Şubat 1923 - 4 Mart 1923 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan kısa bir süre sonra gerçekleşen bu kongre, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığını sağlamak amacıyla toplanmıştır. Bu amaçla neler yapılabileceği ve hangi kararların alınabileceği kongre boyunca odak noktası olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin ekonomisinin çökmesinde başrolü oynayan etmenlerden bir tanesi olan kapitülasyonlar, Lozan’da dahi İtilaf devletleri tarafından uygulatılmak isteniyordu. Ancak TBMM bunu kesinlikle reddetmiş ve kapitülasyon konusunu kırmızı çizgi olarak belirlenmiştir.
İzmir İktisat Kongresi, Kurtuluş Savaşı’nın finansal ayağının ortaya koyulması bakımından hayati önem taşımaktadır. Cumhuriyet kurulmadan önce yapılan bu kongre, izlenecek yolu ortaya koymuştur.
İzmir İktisat Kongresi’nin ana amaçlarından bir tanesi de ekonomik olarak çökmüş olan ülkenin tekrar kalkındırılması ve sanayinin teşvik edilmesidir. Bu nedenle birçok teşvik yapılacak ve özellikle Cumhuriyetin ilk yıllarında oldukça önemli kanunlar yürürlüğe konulacaktır.
Kongrenin temel konularından bir tanesi de ithalatı olabildiğince engelleyip, ülkenin kendi kendine yeten bir yapıya sahip olmasıdır. Alınan kararlarda bu noktaya sıkça vurgu yapılmaktadır. Türk halkının üretmesi için çalışmalar
Sevgili İLKSES okurları. Bugün sizlere Kıbrıs hususundan bahsedeceğim. Kıbrıs adası Akdeniz için oldukça stratejik bir noktada bulunmaktaydı. Venedik bir tüccar devleti olduğundan Kıbrıs oldukça önemli bir konuma sahipti. Hem stratejik bir noktada bulunmasıyla hem de verimli toprakları sayesinde Kıbrıs, Osmanlı Devleti’nin ele geçirmek istediği noktaların başında geliyordu. Zira Kıbrıs adası, Osmanlı’nın Akdeniz’deki güvenliğini tehdit eden unsurlardan bir tanesi olma özelliğine sahipti.
Kıbrıs 1489 yılından beri Venedik’in elinde bulunuyordu. Venedik için oldukça önemli bir konumda bulunan Kıbrıs, oldukça büyük bir gelir kapısı olma özelliğini barındırıyordu. Bu özellikler aynı zamanda Kıbrıs’ın bir hedef haline gelmesine yol açmaktaydı. Osmanlı Devleti Avusturya ile yaptığı antlaşma neticesinde savaşlara ara vermişti. Bu sayede Osmanlı Devleti dikkatini tamamıyla Kıbrıs Adasına verebilmiştir. Şeyhül İslam’dan alınan fetva sonucunda savaş hazırlıklarına başlanacaktır. Kara birliklerinin başına Lala Mustafa Paşa getirilirken, donanmanın başına ise Müezzinzade Ali Paşa getirilecektir.
27 Haziran 1570 tarihinde Osmanlı donanması, Kıbrıs üzerine harekete geçer. İlk etapta Nicosia ve Kyrenia kalesi ele geçirilecektir. Son direniş merkezi ise Famagusta olacaktır. Famagusta’daki direniş yaklaşık bir sene sürecektir. Zira ada tamamen kuşatılamadığından, Famagusta’ya yiyecek ve asker yardımı gönderilebilmektedir. Mayıs 1571’de Osmanlı Devleti yoğun bir top ateşi başlatacaktır. Cephanesi tükenen Venedikliler 6
5 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü nedeniyle sizlere, kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesini tarihini anlatacağım. 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde büyük devrimlere imza atmıştır. Bu devrimler arasında en önemlilerden bir tanesi kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesidir. Çoğu Avrupa ülkesinden daha önce kadınlara seçme ve seçilme hakkı veren Türkiye, bu konuda öncü ülkelerden birisi konumundadır. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi hiç şüphesiz, demokrasinin olmazsa olmazları arasında yer almaktadır.
5 Aralık 1934 yılına dayanan bu kanun, aslında daha önceki yıllarda temeli atılmıştır. 1930 yılından itibaren belediyelerde ve ihtiyar heyetlerinde kadınlar oy kullanmaya başlamışlardır. Milletvekilliği düzeyinde seçme ve seçilme hakkı ise, 1934 yılında gerçekleşmiştir.
Kadınlar, 1923 yılından itibaren seçme ve seçilme hakkı talebini iletmeye başlamışlardır. Hatta cumhuriyet kurulduktan sonra Kadınlar Halk Fırkası adında bir parti kurulmak istenmiş, ancak yürürlükte yer alan kanun nedeniyle, bu oluşum bir derneğe dönüştürülmüştür.
Kadınların girmiş olduğu ilk seçim 1930 yılındaki belediye seçimleri olmuştur. Bu seçimlerde Artvin’de seçim kazanan Sadiye Hanım, ilk kadın belediye başkanı olarak tarihe geçmiştir. 1933’te ise ilk kadın muhtar Aydın’da Gül Esin olmuştur. Kadınların katılmış olduğu ilk genel seçim ise 1935
Osmanlı Devleti’nde para kullanımının yaygınlaşması 15. Yüzyıl ve sonrasında başlamıştır. Elbette bu tarihten önce de para kullanılmaktaydı ancak bu paralar genellikle şehirlerde kullanılıyordu. Kırsal kesimlerde ise genellikle “akçe” adı verilen sikke kullanılmaktaydı. Akçeler çok değerli madenlerden üretilmediğinden yalnızca günlük işler için kullanılan bir para olma özelliği taşıyordu. Bu dönemde kırsal kesimde çok fazla ticaret yapılmadığından, değerli paraların kullanımı çok enderdi.
Osmanlı Devleti’nde ilk para 1326 yılında Orhan Bey tarafından bastırılmıştır. Orhan Bey’in bastırmış olduğu sikkeler büyük oranda gümüş içeren sikkelerdi ve Selçuklu Devleti’nden esinlenerek bastırılmıştı. Aynı dönemde ise köylerde ve kırsal kesimde bakır para kullanılmaktaydı.
İslam devletlerinde para yalnızca bir alım satım aracı değil, aynı zamanda egemenliğin de bir simgesi olarak kabul ediliyordu. Bu nedenle tüm padişahlar, kendi adlarına para bastırma işine son derece önem vermişlerdi.
Osmanlı Devleti’nin en parlak dönemlerinde, ülkenin her yanında gümüş paraların kullanıldığını görüyoruz. Altın paralar ise yalnızca büyük ticaretlerde kullanılırdı. Özellikle yurt dışına yapılan alım satım işlerinde sıklıkla altın para kullanılırdı. İlk altın para ise Fatih Sultan Mehmed tarafından 1478 yılında bastırılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde
Merhaba sevgili okurlar. Bugün sizlere ‘Harf Devrimi’ konusundan bahsedeceğim. Osmanlı Devleti son yıllarında, içinde bulunduğu sıkıntılı süreçten ötürü eğitime ödenek ayıramamış ve eğitim konusunda son derece yetersiz kalmıştı. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nde halkın okuma yazma bilme oranı yüzde 5 – yüzde 10 arasında kalmıştı. Okur yazar olan halkın bir kesimi de genellikle büyük şehirlerde ikamet etmekteydi. Özellikle İstanbul bu konuda başı çekiyordu.
Cumhuriyet ilan edildikten sonra her alanda bir yenileşme harekatı başlamıştı. Osmanlı Devleti’nde meydana getirilemeyen ve eksik kalan işler tamamlanmaya çalışılıyordu. Bunlardan birisi de hiç şüphesiz eğitim konusuydu. Okuma yazmanın hızlıca öğrenilebilmesi adına çalışmalar yapılmaktaydı. Eğitim 1928 yılına kadar Arap alfabesi ile sürdürülmekteydi. Ancak Arap alfabesi son derece zorlu olduğundan hızlı biçimde okuma yazma öğrenmek mümkün değildi. Ayrıca modern devletlerin hepsi Latin alfabesi kullandığından, modern devletlere de ayak uydurmak gerekiyordu. Bu nedenle 1 Kasım 1928’de Yeni Türk Harfleri kabul edildi. Latin harfleri direkt olarak alınmamış “ı, ş, İ, ğ” gibi harfler de Türkçeye uygun olarak alfabeye eklenmiştir.
Latin alfabesine geçildikten sonra ilk etapta öğretmenler Latin alfabesini öğrenmişlerdir. Bunun için son derece hızlı bir çalışma yürütülmüştür. Öğretmenler Latin alfabesini öğrendikten sonra eğitim kurumlarında Latin alfabeleri öğretilmeye başlanmıştır.
Sevgili İlkses okurları, bugün sizlere Cumhuriyeti anlatacağım. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra ülkemizin işgale uğraması sebebiyle, Anadolu’da büyük bir seferberlik ilan edilmişti. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları Anadolu’nun her köşesinde kongreler düzenleyerek, bildiriler dağıtarak halkı Milli Mücadele’ye katılmaya çağırmışlardır. Özellikle Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi ve Amasya Genelgesi’nde Milli egemenlik ve Ulusal Egemenlik gibi kavramlar zaman zaman zikredilmiş ve aslında Cumhuriyet fikrinin temelleri Milli Mücadele esnasında yeşermiştir. Milli Mücadele devam ederken ilan edilen 1921 anayasasında (Teşkilat-ı Esasiye) ‘Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir’ ibaresi yer almış, henüz Cumhuriyet adı konulmasa da gelecekte Cumhuriyet ilan edileceği o günden belli olmuştur. Milli Mücadele zaferle sonuçlandıktan ve Lozan Barın Anlaşması imzalandıktan sonra yönetim şeklinin Cumhuriyet olması için çalışmalar hız verilmiştir. 29 Ekim 1923 tarihinde Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa birlikte hazırlamış oldukları kanun değişikliklerini meclise sundular. Kanun değişikliklerinin kabul edilmesiyle birlikte 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet ilan edilmiş oldu.
Cumhuriyetin ilan edildiği gün bir planlı bir kutlama düzenlenmemiştir. 26 Ekim 1924 tarihinde Cumhuriyet ilanının yıl dönümlerinin top atışıyla kutlanması ile ilgili yasa düzenlenmiştir. Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının temelleri de bu yasayla atılmıştır. 19 Nisan 1925 tarihinde ise Cumhuriyet ilanının bayram olması önerisi mecliste kabul edilmiştir.
Bugün sizlere köşemde Yavuz Sultan Selim döneminde yapılan ıslahat çalışmalarından bahsedeceğim.
Yavuz Sultan Selim kısa süren saltanatı boyunca yaptığı icraatlarla oğlu Kanuni Sultan Süleyman’ın ülkeye altın devrini yaşatmasında önemli rol oynamıştır. Hem dış tehditleri hem de iç tehditleri ortadan kaldıran Yavuz Sultan Selim, Mısır’ın fethi sayesinde gelen ekonomik güçle de Osmanlı Devleti’nin büyümesinde çok önemli rol oynamıştır.
Yavuz Sultan Selim ülke içerisindeki ıslahat çalışmalarıyla da ülkenin gelişiminde önemli rol oynamıştır. Disipline oldukça önem veren bir padişah olan Yavuz Sultan Selim, askeri alanda ıslahatlar yapmıştır. Özellikle askerlerin disiplinsiz hareketlerinden ve isyan çıkartabilecek potansiyele sahip askerlerden rahatsız olan Yavuz Sultan Selim önemli tedbirler almıştır. Askeri isyana teşvik eden ve huzursuzluk çıkartan Kazasker Cefer Çelebi, Sekbanbaşı Osman Ağa ve İskender Paşa idam edilmiştir.
Yavuz Sultan Selim Osmanlı donanmasını geliştirmek için de yoğun bir çaba içerisine girmiştir. Özellikle İstanbul’da bir tersane inşa edilmesi birinci öncelikler arasındaydı. İstanbul’da bulunan Haliç Tersanesi ihtiyacı karşılayamayacak kadar küçüktü. Bu nedenle Haliç Tersanesi büyütüldü. Osmanlı İmparatorluğu’nun sonuna kadar bu tersane kullanılmaya devam edilecektir. Kağıthane’de de bir tersane kurulması planlansa da Yavuz Sultan Selim bu planı hayata geçiremeden vefat etmiştir. Ayrıca bir önlem olarak da olası Haçlı seferlerine karşı kadırga sayısı arttırılmıştır.
Yavuz Sultan
Merhaba İLKSES okuyucuları. Tarih gezintimize bu hafta Ridaniye Savaşı ile devam edeceğiz. 1516 yılında Memlük Sultanlığı’na karşı Mercidabık’ta önemli bir zafer elde eden Osmanlı Devleti gözünü Mısır’a dikmişti. Mısır hem zenginliği ile öne çıkan bir yerleşim yeri hem de halifeliğin merkezi olma açısından büyük önem taşımaktaydı.
21 Aralık 1516’da Memlükleri tekrardan yenen Yavuz Sultan Selim komutasındaki Osmanlı ordusu Kudüs’ü de teslim almıştı. Bu sırada Memlük Sultanlığı’nın başına Tomanbay geçmiş ve o da Osmanlı Devleti’ne karşı düşmanca bir tutum izlemeyi sürdürmüştür. Osmanlı Devleti’ne tabii olmayı kesinlikle reddetmiştir hatta barış elçilerini dahi öldürtmüştür. Memlükler saldırıya oldukça iyi hazırlanmışlardı. Hem karadan hem de denizden sağlam bir savunma hattı kurmuşlardır. Ancak Osmanlı Devleti Sina Çölünü geçerek daha farklı bir yönden saldıracaklar ve Memlükler hazırlıksız yakalanacaklardır.
Sina Çölü’nü geçerken Osmanlı Ordusu son derece zor anlar yaşasa da 13 gün sonunda çölü geçmeyi başarabilmiş ve Memlüklerle karşı karşıya gelmişlerdir. Savaşın gidişatı Osmanlı lehine sürerken Tomanbay komutasındaki bir askeri birlik Osmanlı çadırlarına baskın düzenlemiştir. Oldukça tehlikeli bir durum yaşatan bu baskın Osmanlı veziri azamı Sinan Paşa’nın öldürülmesiyle sonuçlanmıştır. Asıl planları Yavuz Sultan Selim olsa da bu hedefe ulaşamamışlardır.
Bugünkü köşemde sizlere Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Memluk Devleti ile yapılan ilk ve katî neticeli muharebesini anlatacağım. Çaldıran’da alınan önemli zafer sonrasında, Osmanlı Devleti’ne uzun yıllardır düşmanlık gösteren Memlük Sultanlığı’na karşı bir takım hazırlıklar başlamıştı. Bu esnada Memlük Sultanı Kansu Gavri, Osmanlı Devleti’nin büyümesinden çekinerek Şah İsmail ile ittifak yoluna gitti. Zira Osmanlı Devleti Orta Doğu’da oldukça etkin bir hale gelmiş bu durum da Kansu Gavri’yi önlem almaya itmiştir. İttifak hazırlıklarını öğrenen Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail üzerine bir ordu göndermiştir. Bu esnada Memlükler’in Osmanlı topraklarına yakın olan Halep’e asker yığması, Osmanlı Devleti tarafından bir tehdit olarak algılanmış ve Memlük Sultanlığı’na savaş ilan edilmiştir. Savaş ilanından sonra Kansu Garvi Suriye üzerine yürüdü. Kansu Garvi’nin bu yürüyüşü oldukça şaşalı bir biçimde gerçekleşti. Gittiği her yerde adeta kutlamalar yapıldı. Kendisine yerel birlikler de katıldı. Bu esnada Yavuz Sultan Selim, Kansu Garvi’ye elçiler aracılığıyla hediyeler göndermiş ve savaş sebebini açıklamıştır. Kansu Garvi de aynı şekilde güzel hediyeleri elçi aracılığıyla yollasa da Yavuz Sultan Selim Memlüklerin Saray Nazırını tıraş ettirip geri yollamıştır. Zira Yavuz Sultan Selim, Kansu Garvi’nin Safevilere yaptığı yardımlar sebebiyle oldukça kızgın durumdaydı. Savaş, Halep’in oldukça yakın bir mevkisinde bulunan Mercidabık Ovası’nda gerçekleşmiştir. 24 Ağustos 1516
1502 yılında kurulmuş olan Safevi Devleti, Şah İsmail’in liderliği ile birlikte günden güne büyümüş ve Anadolu’ya sokmuş olduğu adamları sayesinde Osmanlı Devleti için bir tehdit unsuru olmaya başlamıştır. Safevi Devleti’nin tahrikleri ile Anadolu’da çeşitli isyanlar çıkmış ve neticesinde Osmanlı Devleti’nde önemli iç karışıklıklar yaşanmıştır.
Yavuz Sultan Selim tahta çıkmasıyla birlikte Safevi Devleti’nin tehditlerini ortadan kaldırmak için harekete geçmiştir. Savaş hazırlıklarına başlamadan önce yapılması gereken en önemli iş Şeyhül İslam’dan fetva almaktı. İki ülke de Müslüman olduğundan, fetva alabilmek kolay bir iş değildi. Yavuz Sultan Selim bu durum karşısında etkili bir konuşma yaparak Safevi Devleti üzerine sefer yapılmasının devletin bekası adına önemli olduğunu belirtmiş ve Şeyhül İslam’dan fetvayı almıştır.
Bursa’da toplanan ordu uzun yolculuktan sonra Sivas’a gelmiştir. Sivas’ta 140 bin asker toplanmıştır. Ancak 40 bin kadar asker burada bırakılmış ve 100 bin askerle yola devam edilmiştir. 40 bin asker Dulkadiroğlu Beyliği ve Memlük tehlikesine karşı bırakılmıştır.
Ordu ilerlerken Şah İsmail’in ordusunun Çaldıran Ovası’nda olduğu öğrenildi. Çaldıran’a doğru ilerleyen Osmanlı ordusu 22 Ağustos tarihinde Çaldıran’a ulaştı. 23 Ağustos sabahında yoğun bir topçu ateşiyle
CEM YAVUZ
Merhaba İLKSES okurları. Bugün de tarih konusunda bazı kesitleri sizlerle paylaşacağım. Bu yazımda Rodos Adası’nın fethinden bahsedeceğim. Rodos Şövalyeleri, uzun yıllardır hem Osmanlı Devleti ve Müslümanların ticaret gemilerine saldırmakta hem de savaş halinde oldukları devletlere yardım etmekteydiler. Özellikle Ridaniye Savaşı esnasında ve Canberdi Gazali isyanı esnasında Osmanlı aleyhinde faaliyetlerde bulunan Rodos Şövalyeleri, artık ortadan kaldırıması gereken bir tehdit olarak görülmeye başlanmıştı.
Divan–ı Hümayun’da yapılan uzun görüşmeler sonucunda, Rodos’un kuşatılması kararı alındı. Rodos’un kuşatılması kararı alınmadan evvel, Rodos Şövalyeleri ile de diplomatik görüşmeler sürmekteydi. Rodos Şövalyeleri’nden Osmanlı Devleti’ne itaat etmesi istense de Rodos Şövalyeleleri, Osmanlı Devleti aleyhine çalışmaktan geri durmamaktaydılar. Osmanlı Devleti’nin kuşatma hazırlığına başladıklarını haber alan Rodos Şövalyeleri, hemen Papa ve Fransa’dan yardım talebinde bulundular. Ayrıca kuşatmanın uzun süreceğini ön görerek, kendilerine aylarca yetecek olan yiyecek stoğu da yapmaya başladılar.
Osmanlı Donanması 5 Haziran 1522’de 300 gemiyle yola çıktı. 24 Haziran’da Rodos önlerine gelen Osmanlı Donanması kısa bir süre sonra adaya asker çıkarttı. 28 Temmuz 1922 tarihinde de Kanuni Sultan Süleyman Ada’ya çıktı. 1 Ağustos
Osmanlı Devleti ile Haçlı ittifakı arasında yapılan bu savaş, tarihin en önemli deniz savaşları arasında yer almaktadır. Bu savaşın sebebi Haçlıların Osmanlı Devleti’ni bölgede etkisiz hale getirmek istemesidir. Zira Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı Donanması Yunanistan’ın birçok kıyısını ele geçirmiş ve güney cephesinden İtalya’yı da tehdit etmeye başlamıştır. Bu durumdan oldukça endişlenen Papa 3. Paulus, uzun uğraşlar sonunda bir haçlı donanması toplatmayı başarabilmiştir. Osmanlı Donanması’nın karşısına çıkan Haçlı Donanması, Venedik, İspanya, Ceneviz, Papalık ve Malta Şövalyeleri’nin toplamından oluşmaktaydı. Bir araya gelen Haçlılar Osmanlı Devleti’nin Akdeniz’deki etkinliğini kırmak niyetindeydiler. Haçlı Donanması’nın başında Kutsal Roma – Germen İmparatorluğu’na hizmet eden Cenevizli Andrea Doria bulunmaktaydı. Osmanlı Donanması’nın başında ise Türk tarihinin hiç şüphesiz en önemli denizcileri arasında yer alan Barbaros Hayrettin Paşa bulunuyordu. İki donanma 28 Eylül 1538’de karşı karşıya geldi. Ve muharebe Osmanlı Donanması’nın kesin zaferiyle sonuçlandı. Muharebe esnasında yaklaşık 400 asker şehit oldu ve 3 bin esir ele geçirildi. Ayrıca 36 Haçlı gemisi de sağlam bir biçimde Osmanlı Donanması’nın eline geçti. Savaşın en önemli neticesi Akdeniz’in Osmanlı Devleti açısından tamamen güvence altına alınmış olmasıdır. Özellikle Mısır ve Suriye tehlikelerden tamamen arınmış ve Osmanlı Donanması hiç şüphesiz Akdeniz’in en güçlü donanması haline gelmiştir. Haçlı donanması da büyük
Bugünkü köşemde sizlere Sanayi Devrimi hakkında bilgiler sunacağım. Bildiğiniz gibi temeli Britanya’da atılmış olan Sanayi Devrimi, buharla çalışan makinelerin icat edilmesiyle birlikte, makineleşmenin artmasına ve ekonomik yapının tümden değişmesini sağlamıştır. Avrupa’da hızla yayılan Sanayi Devrimi, kısa süre içerisinde tüm dünyaya yayılmıştır. 18. Yüzyılda temelleri atılan sanayi devrimi 19. Yüzyılda bütün dünyayı kasıp kavurmuştur.
Aslında Sanayi Devrimi, büyük bir sürecin sonucu olarak özetlenebilir. Özellikle Avrupa’da başlayan hızlı nüfus artışı, yiyecek, kıyafet gibi ihtiyaçların artmasına neden olmuş, sonuç olarak üretim alanında yeni fikirler ortaya çıkmıştır. Yıllarca sömürge ekonomisi ile zenginleşen Avrupalı devletler, kendilerine finans kaynağını da bu şekilde yaratmışlardır. Zenginleşen Avrupa devletlerinde burjuvazi sınıfı da git gide güçlenmiş ve ülkelerde lüks tüketim ihtiyacı doğmuştur. Yüzyıllar evvel oldukça lüks sayılan kahve, çay gibi ürünler artık herkesin ihtiyacı haline gelmiştir. Bu da sonuç olarak tüketim talebinin artmasına neden olmuştur. 1763’de İskoç mühendis James Watt, buharlı makineyi icat etmiş ve sanayi devriminin temeli böylece atılmıştır.
İlerleyen yıllarda hem sanayi alanında hem de tarım alanında önemli buluşlara imza atılmıştır. Gübre üretiminin artmasıyla tarımsal ürünlerde artış ve doğal olarak ucuzluk gözlemlenmiştir. İlerleyen yıllarda bu durum nüfusun
Bugünkü yazımda sizlere 1934 yılında kabul edilen soyadı kanunundan bahsetmek istiyorum. 21 Haziran 1934 yılında kabul edilen soyadı kanunu, İsviçre’den örnek oluşturularak hazırlanmış bir kanundur. Kanun, her Türk vatandaşının bir soyadı edinmesini mecbur kılmaktadır. 2 Ocak 1935 yılında uygulamayak koyulan kanun, en önemli Atatürk devrimlerinden bir tanesidir.
Soyadı almanın da bir takım kuralları vardı. Soyadını alma görevi ailenin reisi sayılan kocaya verilmişti. Soyadı seçerken ırk isimleri, aşiret isimleri, rütbe belirten isimler ve edebe aykırı isimlerin alınması yasaklanmıştır. Soyadı sonda ad ise başta olmak üzere bu kanun şekillendirilmiştir.
Yasanın amacı toplumsal karışıklıkları gidermektir. Zira o güne kadar kişiler kendilerine verilen çeşitli lakaplar ile tanınmaktaydı ve bu da bürokraside önemli sıkıntılar oluşmasına sebebiyet veriyordu. Bu yasadan sonra ayrıca bir takımın unvanların da kullanılmasına yasak getirildi. Bey, beyefendi, hanım hanıfendi, paşa, hazretleri, hoca ve efendi gibi birçok unvan yasaklandı.
Soyadı kanunu sayesinde pek çok karışıklık önlenmiş oldu. Askere alma, evrak işlemleri gibi işlemlerde büyük sıkıntılar ve karışıklıklar yaşanmaktaydı. Soyadı kanunu ile bunların önüne geçildi.
Soyadı kanunun ilanından sonra Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e “Atatürk” soyadı verilmiştir. Bu soyadının başka kişiler tarafından kullanılması yasaklanmıştır.
Bugün sizlere 30 Ağustos Zafer Bayramı sebebiyle, Büyük Taarruz’dan bahsedeceğim. Sakarya Meydan Savaşı’nda kazanılan büyük zafer sonrasında, artık ülkeyi işgalcilerden temizlemek için Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları son bir saldırı planlamışlardır. Adını büyük taaruz olarak anmış olduğumuz bu savaş, ülkemizin düşman işgalinden kurtulmasını sağlamış ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına zemin hazırlamıştır.
Türk ordusu ilk kez saldırıya geçeceği bu savaşa oldukça öz verili bir biçimde hazırlanmaktaydı. Anadolu halkı tamamen seferber olmuş, ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için her şeyi ortaya koymuşlardır. Türk ordusunu zafere götüren de halkın bu azmi ve kararlılığı olmuştur.
Taaruz öncesinde Mustafa Kemal Paşa, Başkomutanlık Yasası’nın uzaltılması için meclise önerge sundu ve önerge büyük bir çoğunlukla kabul edildi. Vekiller de taaruzdan yanaydı ancak taaruz çalışmaları oldukça uzun ve zorlu bir süreçti.
26 Ağusos 1922’de Türk ordusu taarruza geçti. 26 Ağustos sabahı Mustafa Kemal Paşa, orduyu yönetebilmek için Kocatepe’de bulunan İsmet Paşa ve Fevzi Paşa’nın yanına geldi. 3 gün boyunca süren akınlar Yunan ordusunun geri çekilmesini sağladı. Tarihe Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak geçecek savaş ise 30 Ağustos’ta yaşandı
Sevgili okurlar tarihten kesitler sunduğum bugünkü köşemde sizlere Şapka Devrimi’nden bahsedeceğim.
Atatürk’ün batılılaşma girişimlerinden bir tanesi olan Şapka Devrimi 1925’yılında kabul edilen bir kanun olarak karşımıza çıkmaktadır. Fikri ve ilmi anlamda batılılaşmanın hedeflendiği Türkiye’de görüntü olarak da batılılaşma hedeflenmiştir. Bunda muhtemelen eskinin izlerinin kaldırılmak istenmesinin de rolü büyüktür.
Aslında 25 Kasım 1925’ten evvel kılık kıyafet konusunda yeni düzenlemeler de yapılmıştır. Jandarma ve deniz birlikleri, çeşitli okullarda ve devlet dairelerinde batılılaşma adına kılık kıyafet değişiklikleri görülmüştür.
Aslında kılık kıyafet konusunda batılılaşma fikri bundan yaklaşık 100 yıl evvel başlamıştır. Bu konuda ilk adımları Osmanlı Padişahı Sultan 2. Mahmut atmıştır. Tıpkı batılılar gibi pantolon ve takım elbise giyilmeye başlanan bu dönem, kılık kıyafet devriminin aslında daha eskilere dayandığını göstermektedir. Bir dönem oldukça popüler olan fes de bu dönem takılmaya başlanmıştır.
1925 yılına gelindiğinde halk fes kullanmayı sürdürmektedir. Bunun değişmesi ancak şapka devriminden sonra gerçekleşecektir.
Şapka Kanunu’nun getirilmesindeki en büyük etken, halkın farklı farklı giyinmesinden ötürüdür. Osmanlı Devleti zamanında insanlar dinlerine göre farklı kıyafetler giymekteydiler ve bu durum Cumhuriyet’in ilk yıllarında da devam
Merhaba sevgili okurlar. Bugünkü yazımızda “Türk” adının nereden geldiğini sizlere anlatacağım. Türk adı ilk olarak Çin kaynakların da görülse de, Targita, Tyrkae veTurukha gibi isimlerle de başka kaynaklarda geçmektedir. Bu isimlerin kesin olarak “Türk” anlamına geldiği bilinmemekle birlikte, verilen bilgilerden ışığında bunu doğrulayanların sayısı da azımsanmayacak seviyededir. Ancak bahsedilen bu isimlerin hiçbirisi “Türk” isminde olduğu gibi tek heceli kullanılmamıştır. Göktürk kitabelerinde “Türk” ismi tek heceli olarak gösterilse de Çin kaynaklarında da “Tü-rük” şeklinde görülmektedir. Daha önceleri de “Tö-rük” denildiği bilinmektedir.
Birçok topluluğun Türk olduğu düşünülmüş ancak bu toplumların Türkler ile olan bağı kesin olarak ispatlanamamış durumdadır.
Türk adının anlamı konusunda bolca rivayet bulunmaktadır. Miğfer, terk edilmiş, olgunluk gibi anlamlara geldiği söylense de yaygın kanı “Türemek”ten geldiği yönündedir. Birçok tarihçi Türk adının “türemek”ten geldiğini kabul etmiştir. Ziya Gökalp ise farklı bir bakış açısıyla “türeli” (töreli yani kanun ve nizam sahibi) olarak lanse etmiştir. Ancak yapılan yapılan araştırmalar sonucunda “Türk” sözcüğünün kelime manasının güç ve kuvvet manasına geldiği anlaşılmıştır. Bu görüş Göktürk Kitabelerinin çözümlenmesiyle de doğrulanmış bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Türk ismini de devlet için ilk kez Göktürkler kullanmıştır.
Merhaba sevgili okurlar. Bugün sizlere Orta Asya Türklerinde görülen hükümdarlık anlayışından bahsedeceğim.
Orta Asya Türklerine göre hükümdarlık kişiye “Tanrı” tarafından verilirdi. Tanrının hükumdarlık bağışladığı kişi Türkler tarafından “karizmatik kişilik” olarak kabul edilmekteydi. Bu özelliğie sahip olan hükumdar, devleti yönetebilmek için gerekli olan bütün vasıflara sahip olmalıydı. Bu emarelere Bilge Kağan yazıtlarında da sıklıkla rastlanmaktaydı. Eski Türklerde iktidar kavramı “kut” adı ile ifade edilmekteydi.
Kut anlayışının temeli hizmete ve adalete dayanırdı. Kuta sahip olan hükümdar halkına hizmet etmeli ve mutlak suretle adaletli olmak zorundaydı. Eğer hükumdar olan kişi adaletsiz olur ve halkına kötü davranırsa Tanrı tarafından kutun alınacağı inancı hakimdi. Belirtilmesi gereken önemli nokta, hükumdarın kutu Tanrı’dan almasına rağmen dini bir vasfı bulunmamaktadır. Hükumdar da Türklere göre halk içinden gelmektedir ve normal bir insandır. Devletin yönetiminde Gök Tanrı inancından gelen ikili teşkilat sistemi bulunmaktaydı.
Türkler güneşin doğduğu yeri kutsal olarak kabul ettiklerinden devletin asıl merkezi doğu kısmıydı. Batı kısmı ise doğu kısmından sonra gelmekteydi. Ülkenin batı kısmını yönetecek olan kişi de yine hanedan içerisinde seçilmekteydi. Bu çoğu zaman hükumdarın kardeşlerinden bir tanesi olmaktaydı.
Bugünkü yazımda size Osmanlı dönemindeki konar göçerleri anlatacağım. Osmanlı Devleti’nde yaşayanlar askeri sınıf ve reaya olmak üzere ikiye ayrılırdı. Askeri sınıf, askerleri, devlet görevlileri ve memurları kapsarken, reaya ise şehirliler, köylüler ve konar göçerleri kapsamaktaydı.
Konar göçerler hayat tarzlarından ötürü şehirli ve köylü sınıfından ayrı tutulmuşlardır. Devletin en çok sıkıntı çektiği konulardan bir tanesi konar göçer mevzusuydu. Zira konar göçerlerden vergi toplamak mümkün değildi ve bu da devletin gelirlerini düşüren bir durumdu.
Kuruluş döneminde Osmanlı Devleti, konar göçer halktan oldukça iyi biçimde yararlanmıştır. Fethedilen yerlere gönderilen bu konar göçerler, fethedilen yerlerin Türkleşmesini sağlarken, aynı zamanda Anadolu’da daha düzenli bir yerleşimin olmasına katkı sağlamıştır. Rumeli bölgesinde birçok aşiretin köy kurup yerleştiği arşivlere kaydedilen bilgiler arasındadır.
Konar göçer halk, tıpkı Orta Asya Türkleri gibi kendi içinde sınıflara ayrılmıştır. Bu sınıflar boy, aşiret, mahalle, oba gibi isimlerle adlandırılmıştır. Konar göçerler yaylak ve kışlak hareketine bağlılardır. Bu sebeple tarımla çok fazla ilgilenmemişler, genellikle hayvancılıkla uğraşmışlardır. Az da olsa tarımla uğraşan konar göçerler olduğu da görülmüştür. Konar göçerler yetiştirdikleri hayvanları, yerleşik halkla takas ederek, ihtiyaçlarını bu yöntemle
Osmanlı Devleti’nde halkın yüzde 90’lık bir kısmı kırsal kesimde yaşamaktaydı. Ancak özellikle iç bölgelerde, tarım ürünlerinin develerle taşınmasından ötürü, İstanbul’a gelecek olan tarım ürünlerinin maliyeti oldukça artıyordu. Bu sebeple İstanbul, genel olarak hububat ihtiyacını Balkanlardan ve Ege kıyılarından sağlamaktaydı. Halkın tarım yaparken oldukça sınırlı bir güçle çalışmasından ötürü, büyük bir üretimden söz etmemiz mümkün değildir. Avrupa köylüleri de Osmanlı köylüleri de kendi ürettikleri besini kullanmaktaydılar. Bu da üretimin sınırlı olduğunu gösteren bir etmen olarak karşımıza çıkmaktadır. Köylüler ürettikleri ürünlerin fazla kısmını pazarlarda satmaktaydı. Ancak günümüzdeki kapitalist dünya ile kıyaslayacak olursak bu pazarlar oldukça küçük ve sınırlıydı.
16. yüzyılda nüfusun beşte birlik kısmı göçebe halinde yaşamaktaydı. Göçebe halk tarımla değil hayvancılıkla uğraşmaktaydı. Göçebe halk da pazarlarda alışveriş yapmakta ancak tarım yapmadıklarından ötürü, yalnızca hayvan satışı yapmaktaydılar.
Osmanlı Devleti’nde tarımın temel birimi köylü ailelerinin tarım işletmeleriydi. Devlete ait olan topraklar, bir belge ile köylülere verilirdi ve toprağı ekmesi sağlanırdı. Köylülere verilen bu topraklar her zaman para karşılığında verilmezdi. Zira bu dönemde para kullanımı, günümüzdeki kadar yaygın değildi. Bu durum tımar sistemini ortaya çıkarmıştır. Tımar sisteminin kökenleri Bizans ve Selçuklu Devletlerinden gelmekteydi. Bu
Osmanlı döneminden bahsetmeye devam ediyoruz. Bugünkü yazımda sizlere Divan-ı Hümayun hakkında bilgi vereceğim. Devlet işlerini görüşmek için, padişah başkanlığında toplanan divana, Divan-ı Hümayun adı verilmiştir. Divan, eski Türk devletlerinden esinlenerek meydana getirilmiştir. Divan-ı Hümayun, ilk olarak Orhan Bey döneminde toplanmaya başlamıştır. Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar divana padişah başkanlık etmiştir. Fatih’ten itibaren başkanlık veziri azama bırakılmıştır. Bu, veziri azamın yetkilerinin de arttığını gösterir. Padişah ise toplantıları perde arkasından yalnızca dinlemekle yetinirdi. Divanda alınan kararlar, kanun niteliğindeydi.
Divanı Hümayun’un en önemli özelliği hangi dine mensup olursa olsun kadın erkek herkese divan kapısı açıktı. Haksızlığa ve zulme uğrayanlar divana gelip şikayetlerini dile getirmede özgürdüler. Bu olay valilerin ve askerlerin de şikayet edilebildiği anlamına gelmektedir. Halk her zaman hakkını arama konusunda serbestti.
Divana devlet görevlileri katılırdı. İdari işlere veziri azam, arazi işlerinde nişancı, dini ve hukuki işlerde kazasker ve mali konulara da defterdar bakardı. Ayrıca divanda alınan tüm kararlar defterlere kaydedilir ve defterhanede saklanırdı. Divana daimi üyeler haricinde katılan görevliler de vardı. Bunlar reisülküttab, kapıcılar kethüldası ve çavuşbaşıydı. Divan toplantısı bittikten sonra Yeniçeri Ağası da padişahın huzuruna kabul edilirdi.
Orta Asya Türklerinin tarihini genel olarak Çin ve Bizans kaynaklarından öğrensek de Orhut Yazıtlarının da ciddi bir kaynak olduğunu belirtmemiz gerekir. Türklerin ailesi yapısı da Orhun Yazıtlarında sözü edilen konulardan bir tanesidir.
Yapılan yenilikler diplomasi alanında da devam etmiştir. 3. Selim dönemine dek, Osmanlı Devleti yöneticileri kendilerini Avrupadan üstün görmeyi sürdürmüşlerdir. Ancak bu dönemden itibaren, Avrupanın daha iyi durumda olduğunu kabul etmişler ve kendilerinin de bu yarışta nasıl yer alabileceğine dair çözüm üretme çalışmalarına başlamışlardır. İlk kez bu dönemde Avrupada daimi elçilikler açılmıştır. İngiltereye gönderilen Yusuf Agah Efendi, Osmanlı Devletinin ilk daimi elçisi olmuştur.
1789 yılında tahta geçen 3. Selim, oldukça problemli bir dönemde hüküm sürmeye başlamıştır. Uzun yıllardır Osmanlı Devleti Avrupalı devletlerin gerisinde kalmış ve bundan çıkış yollarının temelleri atılmıştır. Ancak yapılan ıslahatlar hiçbir zaman istenilen seviyeye gelememiş ve ıslahatlar kişiye bağlı kalmıştır. Islahatçı padişah ya da devlet adamı öldüğünde yapılan faaliyetlerin arkası gelmemiştir.