Geçtiğimiz hafta İzmir’de başlatılan ve diğer illere de sıçrayan yolsuzluk operasyonları, sadece birkaç belediyeyi değil, doğrudan Türkiye’deki yerel yönetim anlayışını ve siyasetin etik duruşunu da yeniden gündeme getirdi. Bu gelişmeler ışığında artık sadece olgular değil, ilkeler tartışılmalıdır. Belediyecilik, halkın doğrudan temas ettiği ve yaşam kalitesini belirleyen en önemli kamusal alandır. Bu alanın kirlenmesi, sadece hizmet aksaklıklarına değil, aynı zamanda siyasete olan güvenin sarsılmasına neden olur.
Belediyecilik; adil, şeffaf, hesap verebilir ve kamu çıkarına dayalı olmak zorundadır. Siyasi görüşten bağımsız olarak bu kriterlere herkes uymalıdır. Aksi takdirde denetimler ve soruşturmalar siyasi bir kimliğe bürünür; bu da yargı süreçlerinin meşruiyetine zarar verir. Elbette mevcut operasyonlarda her şey “normal” görünmemektedir. Ancak bu “normal olmayan” durum, yalnızca soruşturmaların hedefi olan isimler üzerinden değil, sistemin bütünsel işleyişi üzerinden değerlendirildiğinde anlam kazanacaktır.
Seçilmiş siyasetçilerin yargılanma süreçlerinde daha dikkatli olunması elzemdir. Çünkü bu kişiler halkın oylarıyla göreve gelmiş, kamu güvenini temsil etmektedir. Onlara yöneltilen iddialar, dolayısıyla sadece şahıslarını değil, onları seçen toplumu da ilgilendirmektedir. Fakat bu hassasiyet, adaletin tecellisinin önünde bir engel değildir. Herkes gibi, siyasetçiler de hukukun önünde eşittir.
Ancak şu da unutulmamalı: Sayıştay gibi anayasal kurumlar tüm belediyeleri düzenli olarak denetlemektedir. Bu denetimlerin sonuçları, günü gününe kamuoyuna sunulmalı ve gerekli adımlar atılmalıdır. Siyasi ayrım gözetmeden yapılan şeffaf denetimler hem yargıya olan güveni artırır hem de halkın siyasi aktörlere duyduğu inancı pekiştirir. Aksi halde operasyonlar, “senin partin – benim partim” mantığına indirgenir; bu da tüm süreci şaibeli hale getirir.
Yerel seçimlerde ciddi bir ivme yakalayan ve Türkiye’nin nüfusunun büyük kısmını yöneten CHP, bu başarıya rağmen kendi içinde ciddi sınavlar vermektedir. Parti içindeki “senin adamın – benim adamım” tartışmaları, belediyelerdeki kadrolaşma iddiaları, şehirler arası atamalar ve liyakat dışı uygulamalar, CHP’nin kendi yarattığı potansiyeli gölgelemektedir.
Özellikle sendikalarla yaşanan maaş pazarlıkları ve bunun yarattığı kriz ortamı, belediyelerdeki yönetim anlayışının sorgulanmasına neden olmuştur. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay’ın uzlaşmacı tavrının içeriden saldırıya uğraması, hatta genel merkeze şikayet edilmesi, CHP içindeki derin çatlağın göstergesidir. Dahası, İzmir’deki operasyonlara dair şikayetçi ismin bizzat Cemil Tugay olduğu yönündeki iddialar, parti içi iletişimsizliğin geldiği noktayı açıkça gözler önüne sermektedir.
Peki CHP iktidara talip olurken kendi içindeki bütünlüğü sağlayamıyorsa, bu söylem ne kadar inandırıcı olur? İktidar iddiası, sadece oyla değil, şeffaflıkla, liyakatla, etik duruşla ve topluma güven verici politikalarla desteklenmelidir.
Bugün CHP’nin önünde iki yol vardır: Ya parti içi kargaşayı ve dedikoduları aşarak halka verdiği şeffaflık sözünü yerine getirecek ya da kendi içinde parçalanmış bir görüntü vererek inandırıcılığını yitirecektir. Bu yol ayrımında CHP Genel Başkanı Özgür Özel başta olmak üzere tüm parti yönetiminin yapması gereken şey nettir: Belediyeler üzerinden yürüyen süreci sahiplenmek, hataları kabullenmek ve halkın yararını önceleyen bir reform gündemiyle süreci dönüştürmek.
Eğer iktidar olma iddianız varsa, kamuoyuna verdiğiniz söz de büyüktür: Adil, şeffaf ve sadece halk için çalışan bir yönetim anlayışı. O halde “baklava kutularından çıkan eurolar” gibi görüntülerin bu iddiayla nasıl bağdaştığı ciddi şekilde düşünülmelidir.
Bu sadece bir operasyon meselesi değildir. Bu, Türkiye siyasetinde etik, sorumluluk ve gelecek meselesidir.