Sayfa Yükleniyor...
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
13 Nisan 1914’te İstanbul’da doğan sanatçı, Galatasaray Lisesi’nde başladığı eğitimini, babasının tayini nedeniyle Ankara’da tamamlamıştır. 1933’te Ankara Gazi Lisesi’nden mezun olduktan sonra bir süre İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne devam etmiştir. Yarıda bıraktığı bu okuldan sonra 1936’da Ankara’da PTT Genel Müdürlüğü’nde çalışmıştır. Kendisinin şiire ve edebiyata nasıl merak saldığını gelin kendi ağzından okuyalım.
“1914 yılında doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak saldım. 13’te Oktay Rıfat’ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18’de rakıya başladım. 19’dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25’imde başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok aşık oldum. Hiç evlenmedim.”
Garip hareketinin kurucusu olan ve sadece kendi dönemine değil, şiir sanatıyla ilgili düşünceleri ile Türk edebiyatına damga vuran sanatçı bir “şiir ihtilalcisidir” ve şiir sanatına dair görüşlerini “Garip” adlı kitabının önsözünde belirtmiştir.
İlk şiirlerinde vezin ve kafiye gibi geleneksel anlayışa uygun, şiirin biçimsel bütün özelliklerini kullanan, hatta Divan şirine ait aruzla yazılmış rubaileri çeviren sanatçı; 1940’tan itibaren başlattığı Garip hareketi ile eski şiire ait hemen hemen her şeyi yıkma eğilimine girmiştir.
Orhan Veli vezin ve kafiyenin gereksiz olduğunu savunmuş, şiirin diline büyük önem vermiştir. Özellikle halk diline yönelmiş, halkın konuştuğu kelimeleri şiirinde kullanmıştır. Onun en büyük amacı şiiri süsten kurtararak soyut şiir yerine, özüne ulaştığı somut bir şiir yazmaktır.
Mecaz ve edebi sanatlar gibi şiirin söyleyiş özelliklerini kaldırmış, “mana”yı ön plana çıkarmıştır. Bu mananın dolaysız verilmesi gerektiğini dile getiren Kanık, şiirlerinde ideolojilerin sözcülüğünü yapmamış, küçük insanların küçük hayatlarını şiire konu olarak almış, hikâye yazar gibi şiirlerini kaleme almıştır.
Şiirlerinde İstanbul’a büyük yer veren Kanık, bu eşsiz şehri diğer şairlerdeki gibi tarih, sanat ve kültürel açıdan almamış; bu şehri meyhaneleri, yaşanılan aşkları, gezilen ücra köşeleri, yoksullukları ile dile getirmiştir.
1945’te Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’na girmiş ve 1947’de bu görevden ayrılıp yaşamını yazarlık ve çevirmenlikle kazanmaya başlamıştır. Çeşitli dergi ve gazetelerde yazı ve şiirler yazan sanatçı 1 Ocak 1949’da yayımlamaya başladığı “Yaprak” dergisini 15 Haziran 1950’ye değin 28 sayı çıkarmıştır. Ankara’da belediyenin açtığı bir çukura düşüp yaralanmış ve bu olaydan dört gün sonra İstanbul’da bir dostunun evinde rahatsızlanarak kaldırıldığı Cerrahpaşa Hastanesi’nde beyin kanaması sonucu 14 Kasım 1950 tarihinde yaşamını yitirmiştir.