Sayfa Yükleniyor...
Yıl 1921 ve ülke büyük bir savaştan çıkmış düşmanı denize dökmüştür. Bu büyük zaferin taçlanması gerekiyordu. Neden mi?
Ben Balıkesir’in Havran ilçesinde doğmuş Seyit Aliyim. Yoksul bir ailenin oğlu olarak Osmanlı İmparatorluğu ordusuna katıldım. Çanakkale savaşında topçu eriydim. İtilaf donanmasının yaptığı saldırılar sonucunda top mermisinin vinci parçalandı. O gemileri top ateşine tutmak zorundaydık. Göğsümüzdeki imanla o demir haçı parçalamalıydık. Bizler bu ülkenin neferleri bunu yapmalıydık. Dürbünle baktık düşman donanmasının en büyük ve güçlü gemilerinden Ocean top menziline girmişti. İmanımıza güveniyorduk ve başımı göğe kaldırıp Rabbim! Hayber Kalesi’nin fethinde Hz. Aliye o dev gibi kapıyı kaldırma gücü verdin. Şimdi o güce benim de ihtiyacım var. Sen El-Mü’minsin, güven veren koruyansın. Sen EL-Cabbarsın, kudret ve güç sahibisin. Yardım et Ya Rab! 216 kiloluk mermiyi kaldırıp topun içine yerleştirdim. Ya Hâk dedik ve mermiyi düşman donanmasının kalbine sapladık.
Ben, Çanakkale cephesinde 70. Alay KomutanıHafız Halit Bey’in küçük kızı Nezahat. Öksüzdüm babamın beni bırakacağı kimsemiz yoktu. Bu nedenle 9 yaşımda cepheyle tanıştım.Yurdumun üstünde tutacak en son ocağa kadar düşmanla çarpışacaktım. Konya ayaklanması, Birinci İnönü, İkinci İnönü Muharebesi ve Sakarya Meydan savaşında düşmanla göğüs göğüse çarpıştım. Evet, Ben Nezahat Onbaşı.
Kurtuluş savaşının yiğit bir bacısıyım. Ezelden beri hür yaşayan bir yiğit kadınım. Yanımda 300 kişilik göğsü imanla çarpan serdengeçtilerle mücadelemi verdim. Hiçbir çılgın bana zincir vuramaz. Çünkü Ben Kara Fatma’yım. Taktık belimize 9 patları. Sardık mavzerin fişeklerini sırtımıza İzmit, Bursa, Adapazarı ve Bilecik’te düşmana kan kusturduk. Çok kayıplar verdik. Ciğer parelerimizi yollarda ve dağlarda şehit versek de kükremiş sel gibi bentleri, düşmanı çiğnedik ve aştık.
Ben de Yörük Ali’yim. Ege’nin yağız delikanlısıyım. Yunan topraklarıma girmiş sanki o toprağı değil yüreğimi çiğniyordu. Ben şehit oğluyum bu vatan topraklarını çiğnetir miyim düşmana. Çelik zırhlı duvarlar sarsa da etrafımı benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. Aldım elime babadan kalma yadigârı, taktım peşime efeleri ve Aydın’da düşmana ilk darbeyi vurdum. Sonra yaktık “Efeleri Efesi” türküsünü.
Namım Sütçü İmam. Maraş’ta imamlık yapar süt satarım. Gelen şehit cenazelerini gördükçe ciğerim kan doluyordu. Nefes alamıyordum. Yiğitlerim savaş meydanlarında can verirken ben sıcak yatağımda ölümü bekleyemezdim. Bu canı feda etmeliydim. Çünkü bu cennet vatanın uğruna kim feda etmez kendini? Toprağın her karışında şüheda kanı varken sıcak yatağımda ölmek fikri bana göre değildi. Canımı da cananımı da alsa da hûda bu tek vatanımdan olamazdım. Bu düşünceler içerisindeyken ezanı-ı Muhammedi’yi okumak için caminin yolunu tuttum. Düşman çarşının her yerinde dolaşırken üç tane bacımın peçesine, namusuna helal getirmeye çalışan düşman askerini gördüm. Değmesin ma’bedimin üstüne nâ-mahrem eli. Usulca sokuldum. Elimi silahıma atıp onlardan önce davrandım. İlk kurşunu sıktım. Sıktım ki ebedi yurdumun üstünde ancak ben inlemeliyim.
Garbı afakını çelik zırhlı duvar sarmıştı. Tek dişi kalmış canavar donanmasını Çanakkale sularına sokmaya, oradan İstanbul’u ele geçirmeye çalışıyordu. Bir şekilde bu işgal donanmasına buralar mezar olmalıydı. Lakin tayyareleri gökyüzünde uçuyor mayın gemilerimizi bir bir avlıyorlardı. Tophaneli İsmail Hakkı komutan bir karar verdi. Nusret Mayın gemisiyle boğazın serin sularına açıldı. Ya şehadet ya istiklâl… Usulca ilerliyordu. Demir haçlılar gemilerindeydi ışıkları görünüyordu; ama dalgalardan bile sessiz olan Nusret Mayın gemisinin fark edilmesi imkansızdı. İsmail Hakkı komutan yanındaki Müstahkem Mevkii Mayın Grup Komutanı Yüzbaşı Hafız Nazmi Bey’e emir verdi: “Mayınları indirin” dedi. Elimizde kalan son mayınları denizin karanlık sularına indirdik. Görevini tamamlamıştık. Sabah olduğunda demir haçlılar o mayınlara bir bir çarpınca neye uğradıklarını şaşırdılar. Boğazın karanlık sularına gömdük vesselam.
Ruslar bir yandan, İngiliz’den silah desteği alan Ermeniler bir yandan mabedimiz olan yurdumuzun doğu kısmında felaketlere sebep oluyordu. Doğu cephesinde çatışmalar kıran kırana geçiyordu. Ne yazık ki cephede mühimmat bitmiş atacak fişeğimiz dahi kalmamıştı. Süngülerimizi demir haçın göğsüne saplasak da yeterli gelmiyordu. Van’a haber ulaşmıştı. Cephede askerim erzaksız ve mühimmatsız kalmıştı. Herkes toplandı cepheye yardım ulaştırmak için. Lakin eli silah tutan herkes savaştaydı. Bir tek o 120 çocuk vardı. 120 ana kuzusu. Yaşları küçük ama imanları gibi yürekleri de büyük 120 çocuk… Dondurucu soğukta erzak ve mühimmat hazırlandı. Çocuklar anaları, kardeşleriyle vedalaştı. Dondurucu soğukta yola çıktılar. Çıkmalıydılar çünkü vatansız yaşanmaz. Çıkmalıydılar çünkü birbirlerine dönüp haykırarak “sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır atanı/Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı” nidaları soğuk geceyi yırtıyordu. Bir yandan sis bir yandan soğuk hava, 120 çocuğun cephaneyi tutan ellerini bıçak gibi kesiyordu. Tek sorunları bunlar değildi. Ermeni komitacılar haber alıp pusu kurmuşlardı. Grubun öncüsü askerimiz bu çatışmayı savurup Ermenileri bozguna uğratsa da şehadet şerbetini içmişti. Artık öncü ve yolu bilen kimse kalmamasına rağmen göğüslerindeki iman ve vatan aşkı her şeyde üstün geldiği için yollarına devam ettiler. Çünkü akıllarında tek bir şey vardı. Yurtlarına alçakları uğratma yemin ettiler. Göğüslerini siper edip bu hayasızca akını durduracaklardı. Bu mücadele sonunda hakkın va2dettiği günler doğacaktı. Emanetleri yerlerine ulaştırdılar. Geri dönüş yolunda çetin şartlar, yavrucakları harap ve bitap düşürmüştü. Yoğun kar ve tipi çocukların bir bir şehadet şerbeti içmesine neden oluyordu. Ve son çocuğa, aslan parçasına, kadar dönüş yolunda donarak şehit oldu.
Erzurum yoğun bir şekilde düşman işgalinde. Vatan toprağını düşmana çiğnetmem diyen yürekli bir kadınım. İsmim Hatun. İki çocuğum var. Abim gece ağır yaralı şekilde geldi. Aziziye tabyasına Ermeniler sızmış ve ardından Ruslarda girerek tabyamız onların kontrolüne girmişti. Dışarıda bir kalabalık sesi duydum. Göğsü imanla ve vatan aşkıyla çarpan halk, kazma, balta orak ellerine ne geçmişse alıp Aziziye Tabyasına gidiyordu. İçeriye girdim Çocuklarımın gözlerinden öptüm. “Çocuklarım anasız yaşar; lakin vatansız yaşayamaz.” Ağabeyimin tüfeğini ve mutfaktan satırı alıp Aziziye Tabyasına doğru yola çıktık. Halk akın akın oraya gidiyordu. Gitmeliydi. Çünkü bu ezanlar susmamalıydı. Bu ezanlar ki dinin temelidir. Bu bir istiklal mücadelesidir. Gitmeliyim deyip yollara düştük. Aziziye Tabyasında Ermenilerin açtığı ateş sonucu çok şehit verdik. Ama içeriye girip iman dolu göğsümüzle çarpıştık. Aziziye Tabyasını tekrar ele geçirdik; lakin bin kadar şehidimiz hakka yürümüştü.
Bu halk destan yazmıştı. İşte bu nedenle bu halkın Vatan nidaları kelimelere dökülmeliydi. Dökülmeliydi ki bizden sonrakiler bu vatanı nasıl savunduğumuzu bilmeli. Dökülmeliydi ki demir haç ve tek dişi kalmış canavar bir daha cesaret edemesin vatan toprağımı çiğnemeye. İşte ben Mehmet Akif, bu kutsal görevi üstlendim. İmanım ve itikadımla kalemi elime aldım. Halbuki kalemden dökülen mürekkep değil şühedanın kanıydı. Kâğıt ise kefensiz binlerce Mehmet’in beyaz örtüsüydü. Ödül teklif ettiler kabul etmedim. Çünkü benim yaptığım cephede sadece vatan için şehit düşen askerimin yaptıklarının yanında hiçbir şeydi. Bu yapılanları Türk milleti bilmeli ve bir ömür unutmamalıydı. Ödülü alamazdım çünkü artık bu marş “Milletimin marşıdır.”