Dijital Bağımlılığın Görünmeyen Yüzü


  • Oluşturulma Tarihi : 10.09.2025 08:40
  • Güncelleme Tarihi : 10.09.2025 08:40

Dijital çağ, kimliklerin akışkanlaştığı, gerçek ile sanal arasındaki sınırların giderek bulanıklaştığı bir dönemi beraberinde getiriyor. Ancak bu dönüşüm, yalnızca bireylerin yeni kimlik deneyimlerine kapı aralamıyor; aynı zamanda dijital bağımlılık gibi olgular üzerinden yeni bir “kazananlar” ve “kaybedenler” ayrımı da yaratıyor. Sosyal medyaların onay, beğeni ve görünürlük kıstaslarına aşırı bağlanan bireyler, öz benlik algılarının erozyona uğramasıyla kimlik krizine sürüklenirken; dijital çağın dinamiklerini yönetebilenler Avusturyalı ekonomist Joseph Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” (creative destruction), kavramıyla açıklanabilecek yeni düzenin “kazananları” arasında yer alıyor. Dolayısıyla mesele yalnızca kişisel bir tercih değil, kültürel ve ekonomik koşulların şekillendirdiği toplumsal bir olgudur. Peki bu yeni dönemde gerçekten kimler kazanıyor, kimler kaybediyor?

Kazananlar: Teknolojiyi Yönetenler

Dijital dünyada ayakta kalanlar, dijital araçları kontrollü, bilinçli ve amaca uygun kullanan bireyler. Örneğin, sosyal medyayı yalnızca vakit öldürmek yerine profesyonel içerik üretiminde değerlendiren genç girişimciler, bugün kendi markalarını kurarak ekonomik bağımsızlık elde edebiliyor. Örneğin, YouTube’dan para kazanmak mümkün olduğu gibi Instagram’da ürün satıp kendi işini kurmak da mümkündür. Onlar için dijital platformlar bir oyun sahası değil, tam anlamıyla bir iş yeri. Algoritmaya, içerik tuzaklarına kolayca kanmıyorlar; teknolojiyi yönetiyor ve fırsata çeviriyorlar. Dijital okuryazarlığı iyi olanlar ekran zamanını eğitime, üretime, hatta sosyalleşmeye dönüştürüyor; telefonları ellerinde ama onlar telefonun esiri olmaktan öte, amaçları doğrultusunda direksiyonunu yönetiyorlar. Yine dijital okuryazarlığı yüksek olan kullanıcılar, algoritmaların manipülasyonlarını daha kolay fark ediyor. Instagram’da saatlerce kaydırma yapmak yerine, içerikleri filtreleyip kendi öğrenme ve üretim süreçlerine yönlendiren bir genç için dijital platform bir “tüketim tuzağı” değil, tam tersine bir “fırsat kapısı” haline geliyor. Kısacası kazanan olarak tabir edebileceğimiz bu kesim, teknolojiyi yönetebildiği oranda üretim gücünü ve yaşam doyumunu artırıyor.

Kaybedenler: Tüketen Ama Üretemeyen

Madalyonun diğer yüzünde ise sosyal medya ortamlarında kontrolsüzce sürüklenenler var. “Bir dakika bakıp çıkacağım” niyetiyle saatlerce sosyal medyada kalınıyor. Hatta yapılan araştırmalara göre; internette harcanan zamanı ebeveynlerinden saklayan ve sosyal medyadan ayrı kaldığında huzursuz olanların sayısı az değil. Yeterli yorum ve beğeni gelmemesi moral bozukluğuna yol açıyor. Gerçek ile dijital kimlikleri arasında gidip gelirken, öz saygının başkalarının “like”ları üzerinden tanımlanması söz konusudur. Böylece gerçek ilişkiler yerini sanal ilişkilere bırakıyor. Hayatının büyük kısmını sosyal medyada kontrolsüz biçimde geçiren bireyler için tablo oldukça karanlık. Facebook beğenileri, TikTok’ta alınan izlenme sayıları ya da Instagram hikâyelerindeki tepki emojileri, adeta bireyin kendi değerini ölçtüğü tek kriter haline geldiğinde psikolojik sorunlar başlıyor. Psikologların aktardığına göre, özellikle ergenlik çağında görünürlük ve onay arayışına hapsolmuş gençlerde öz saygı deformasyonu ve verimlik krizi giderek daha sık rastlanan bir durum. Bu kişiler, gerçek hayattaki sosyal ilişkilerinde tatmin bulamadıkça, kendilerini dijital dünyadaki kısa süreli “onay bağımlılığı döngüsüne” daha çok kaptırıyor. Başka bir deyişle kaybedenler, zamanının çoğunu kontrolsüz dijital tüketimle geçiren, gerçek ile sanal kimlikleri arasında sürekli geçiş yapan ve dijital bağımlılıkla baş etmek için gerekli psikolojik veya sosyal desteğe ulaşamayanların gerçek yaşam kalitesi düşmektedir.

Kısacası, dijital bağımlılığın kazananları “üretim ve dengeyi sağlayan” bireylerken; kaybedenleri çoğunlukla yalnızca “tüketen ama üretemeyen” kullanıcılar oluşturuyor. Ünlü kültür kuramcısı Johan Huizinga, kültürü “oyun” üzerinden açıklamıştı. Sosyal medya da bu bağlamda uzun süre bir “oyun alanı” olarak görüldü. Bir nevi sahne: görünürlük kazanmak, arkadaşlarımızla şakalaşmak, yaratıcılığı paylaşmak vs… Ancak günümüz platformları, bu saf oyunsallık fikrini çoktan aşmış durumda ve “oyun” yerini algoritmaların kontrolüne bırakmış durumda. Anlık bildirimler, bitmeyen akış, bir sonraki paylaşımın heyecanı… Sertleşen rekabet ortamında, fenomen olmak için resmen “gösteri yarışları” yaşanıyor. Sıkıntı şu ki, bu mekanizmalar kullanıcının duygusal açlığından, onay ihtiyacından besleniyor ve işi bağımlılığa dönüştürüyor. Artık mesele yalnızca oyun oynamak değil; bu oyunların psikolojik, ekonomik ve politik çıkarlar doğrultusunda tasarlanmış olması. Sürekli bildirimlerle dikkat çekmek, algoritmalarla kullanıcıyı daha uzun süre ekranda tutmak, kişisel verileri ekonomik çıkarıma dönüştürmek amaçlanıyor. Bu, bireysel bir seçimin ötesinde yapısal bir bağımlılık mekanizmasıdır. Örneğin, bir uygulamayı kapattığınızda birkaç dakika içinde gelen “bildirim dalgasını” düşünün. Kullanıcıyı yeniden çekmek için kurgulanmış olan bu stratejiler, aslında dijital bağımlılığın nasıl bir mühendislik perspektifinden inşa edildiğini gösteriyor. Bu bağlamda dijital bağımlılıkla mücadeleyi bireysel farkındalık eğitimlerine ve “bilinçli kullanım” tavsiyelerine indirgemek ne kadar yeterlidir? Elbette bunlar önemli; örneğin dijital detoks pratikleri ya da ekran süresi sınırlandırmaları kısa vadede işe yarayabiliyor. Ancak şu nokta gözden kaçırılıyor: Dijital platformların iş modeli zaten kullanıcıyı olabildiğince uzun süre ekranda tutmak üzerine kurulu. Bu bağlamda sorunu yalnızca “bireysel iradeye” bağlamak, aslında meseleye yapısal yönlerden bakmamayı beraberinde getiriyor. Kullanıcının “sorumlu tüketici”ye indirgenmesi, sorunun temelini oluşturan platform ekonomilerinin bağımlılk üretici doğasını ikincil hale getiriyor. Çözüm olarak, dijital bağımlılık, yalnızca bireysel alışkanlıklar üzerinden değil: algoritmalar, veri çıkarımı, dijital eşitsizlikler ve küresel medya düzeni bağlamında tartışılmalı. Yani mesele, “ekran süresini azalt”, “dijital detoks” yap klişesinin çok ötesindedir. Bu öneriler sadece kullanıcı bireyleri baz alır. Fakat esas sorun, dijital platformların insanı bağımlı kılan yapısındadır. Yani sadece “Sen ekranı bırak” denerek bu mesele çözülmez. Teknoloji devleri, insanı ekrana bağlamak için her yolu deniyor. Kullanıcı ise çoğunlukla düzenin esiri oluyor. Toplumda dijital bağımlılık artıyor; üstelik sadece gençler değil, yetişkinler de bu sarmala kapılmış durumdadır. Asıl çözüm hem bireylerin dijital farkındalığını geliştirmesinde hem de teknolojiyi üreten şirketlerin daha etik, şeffaf ve sağlıklı tasarımlarla faaliyet göstermesidir.

Sonuçta dijital bağımlılık, bireylerin “zaman kaybı” sorunu olmanın çok ötesinde; kimlikleri, toplumsal ilişkileri ve küresel güç dengelerini etkileyen bir olgudur. Bu nedenle çözümün sadece bireysel kullanım değil, ekonomik yapısal ve politik düzeyde arandığı bir tartışmaya ihtiyacımız var. Bu nedenle telefonun “sahibi” olmak mı, “kul kölesi” olmak mı; karar vermek önemlidir. Telefonu bırakıp şöyle bir çevreye bakalım: Belki kaybettiğimiz yalnızca zaman değildir, kimliğimizdir.

Dijital Bağımlılığın Görünmeyen Yüzü
Prof. Dr. Dilek Takımcı
Yazarımız Kim ?

Prof. Dr. Dilek Takımcı