Sayfa Yükleniyor...
Günümüzde internet teknolojileri sayesinde sonsuz bilgi akışı içinde karmaşıklaşan dünyada doğru bilgi açısından insanın yol haritasını belirlemesi kolay değildir. Bu bağlamda uzmanlaşma artan karmaşıklıkla başa çıkmak için mümkün olan tek stratejidir ve bu hayatın tüm alanları için geçerlidir. Gazetecilik de bu konuda bir istisna değildir. Gazetecilik aşırı bilgi yüklemesi ile karmaşıklaşan bilgi toplumunda alıcılara yön gösterme görevini yerine getirmesi gerekiyor. Uzmanlaşmış gazetecilerin görevi, büyük miktarda dağınık bilgiyi işleyerek kullanılabilir bilgiye dönüştürmek, yani incelemek, önemli olanı seçmek ve önemsiz olandan ayırmaktır. Bağımlılık alanında da medyada pek çok bilgi kirliliği mevcuttur ve doğru ve ikna edici bilgiye ulaşmak kolay değildir. Zira bu alanda uzmanlaşmış medya profesyonelleri yok denecek kadar azdır. Dezenformasyonun hızla dolaştığı iletişim mecralarında iyi gazeteciliğe duyulan ihtiyaç azalmıyor, aksine artıyor. Alıcıların öncelikle bağımlılığı önleyici tedbirler konusunda bilgilendirilmeye ve bağımlılık durumunda nasıl bir yol haritası izlenmesi gerektiği konusunda bilinçlendirilmesi gerekiyor. Bağımlı yakınları bu bireyleri rehabilitasyon ya da tedaviye ikna etmek için nasıl yaklaşmaları gerektiği konusunda yardıma ihtiyaç duyuyor. Elbette bağımlılık zorlu tedavi süreci olan bir hastalık. Bu hastalığa bireylerin düşmemesi için toplumda farkındalık yaratmak çok önemlidir. Bu farkındalığın en temel ajanı da medyadır. Ancak geleneksel medya ve çok yönlü gazetecilik bağımlılık konusunda artan bilgi talebini yeterli bir şekilde karşılayamıyor. Bir yandan, tek taraflı doğrulanmayan eksik araştırmaya dayalı, yanlış veya yanıltıcı habercilik, diğer yandan yazım ve dilbilgisi hataları içeren sansasyonel içerikler vb. güven ve prestij kaybına neden oluyor. Yeni medya ortamında bağımlılık konusunda iyi gazetecilik mümkün müdür? Elbette konuda uzmanlaşmak fark yaratır. Gazetecinin kendisini konuya adayarak, azim ve dirayetle eleştirel bir bakış açısıyla, çok perspektifli araştırma ve anlaşılır yazım için yeterli zaman ve çaba harcaması gerekiyor. Araştırma alanlarında siyasi kararlar, sübvansiyonlarda ya da yasalarda neye göre kim karar veriyor? Çıkar çatışmalarından arınmış mı? Toplumun bütününe mi yoksa sadece bir kısmına mı fayda sağlıyor? Bu soruları araştırmak cevap almak, ısrarla takip etmek gerekir. Yasaların boyutlarını eleştirel bir gözle inceleyebilmek ve tedbirler ile yasaların uygunluğunu değerlendirebilmek gerekir. Bağımlılık gazetecisi olarak siyasetle yeterince ilgilenmek zorundayız, zira bağımlılık sorunu, sadece sivil toplum kuruluşları (STK’lar) tarafından çözülemez, siyasi kararlar gerektiren küresel bir kriz haline gelmeye başlamıştır ve dolayısıyla temel bir siyasi meseledir.
Günümüz dijital çağda artık toplum modelleri de dönüşüm geçirdi. George Orwell 1984 romanında gözetim toplum modelini bize bir öngörü olarak anlatmıştı. Buna göre güce sahip olan ile güce maruz kalanın ilişki biçimi net olarak anlatılır. Romanda iktidarın simgesi Büyük Birader tüm toplumu evde, iş yerinde tüm yaşam alanlarında gözetleyip kontrol altında tutmaktadır. Kuralların dışına çıkanlar cezalandırılır. Oysa günümüz sosyal medya çağında insanlar kendi rızalarıyla gözetim altında olmayı doğal kabul etmiş durumda. Bu sistemde gönüllü olarak, kendi kendilerini ifşa etmek esastır. Sistem bunları gayet ucuz bir yöntemle algoritmalar üzerinden kontrol ediyor ve tek verdiği ödül de beğeni butonudur. Şeker vererek avutulan çocuklar gibi insanlar beğeni almaya teşvik ediliyor ve yapay anlık ruhsal haz peşine düşmesi sağlanıyor. Sosyal medya ağlarının görünürlük ve açıklık üzerine kurulması ise utanç, gizlilik ve güven gibi toplumsal değerleri erozyona uğratıyor.
Dijital teknolojilerin ve dolayısıyla sosyal medyanın günlük hayatımızın vazgeçilmez unsuru olmaya başladıktan sonra pek çok olumlu gibi görünen uygulamaların masum olmayan olumsuz etkileri tartışılmaya başladı. Örneğin Snapchat, Instagram gibi uygulamalarda kullanılan filtrelerin ruh sağlığı açısından yarattığı olumsuz sonuçlar ciddi boyutlara ulaşmaya başladı. Özellikle gençler arasında yaygınlaşan Snapchat şekil algısı bozukluğu (Snapchatdismorfiya) fiziksel herhangi bir problemleri olmamalarına rağmen, bedenlerinin bir veya birkaç bölgesine aşırı takıntılı bir şekilde odaklanıp kusur bulan, bu konudaki düşüncelerini durduramayan kişileri tanımlayan bir terim. Sosyal medya filtrelerinin insanları bu kadar manipüle ederek güzellik algısı bozukluğuna yol açarak, psikolojik hastalıklara neden olması inanılması güç bir olgu olarak karşımızda duruyor. Artık gençler herhangi bir ünlüye benzemektense, Snapchat, Instagram gibi uygulamaların kullanıcılara sunduğu filtreler sayesinde oluşan kendi görünümüne benzemek için estetik müdahaleler yaptırıyor. Gerçek olmayan bir imaja dayalı güzellik idealine kişinin kendini kaptırması ne kadar sağlıklı bir düşünce olabilir? Teknolojiler sürekli gelişiyor ve bunların sunduğu filtreler hayatın gerçekliğinin işleyişinin aksine daha da mükemmelleşiyor. Oysa yaşamın ritminde yaşlanmak, yıpranmak kaçınılmazdır. Oscar Wilde “Dorian Gray’in Portresi” isimli eserinde “Ruh ve bedenin uyumu ne kadar önemlidir! Bu ikisini birbirinden ayırıp hoyrat bir gerçekçilik ve bomboş idealizm yaratmamız ne büyük delilik.” der. Wilde’nin eserinde yakışıklı kahraman Dorian’ın portresini yapan ressam Basil kendi yaptığı portreye aşık olmuştur. Onun tablosundaki güzellikten etkilenen Lord Henry ile birlikte Dorian’ı yönlendirerek onun güzelliğini idealize ederler. Bu durumdan etkilenen genç ve yakışıklı Dorian, insan olarak yaşamın döngüsünden kopmuş, en güzel haliyle yaşamda donmak istemektedir. Bu idealine ulaşmak için ruhunu şeytana satarak portresinin kendi yerine yaşlanmasını ister. Bu isteği gerçekleşir, fakat öncelikle kendi güzellik idealinin yaratıcısı olan ressam Basil’i öldürerek suç işlemeye başlar. Dorian güzel kalırken, Basil’in tablosundaki Dorian giderek yaşlanmaktadır. Dorian, kendi güzelliğine duyduğu zaaftan dolayı, kendi aksini yansıtan tabloda yaşlanmaya dair hayatın gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kalır. Tabloda kendi ruhunda kendine bir düşman yaratır. Bu öykü, ruh ve bedeni ayırıcı hayatın gerçekliğine aykırı güzellik ideallerine inanmanın bir ruhsal sorun olduğunu direk açıklaması bakımından çok anlamlıdır. Wilde’ın Dorian Gray öyküsü kendi dış görünüşüyle aşırı ilgilenmenin, doğanın ve yaşlanmanın getirdiği fiziksel görünüş ve değişiklikleri kabul etmekten uzaklaşmanın ulaşabileceği korkutucu sosyo kültürel sorunlara edebi bir örnektir.
2022 yılının son gününde İzmir Kültürpark Atlas Pavyonu’nda uluslararası tanınan sanatçı Ahmet Güneştekin’in Gavur Mahallesi sergisini ziyaret ettim. Sergide ilk dikkatimi çeken oldukça büyük kaya bloklarının arasına sıkışmış valizlerden oluşan göç yolu oldu. Göç yolculuğunda tek sahip olunan şey valizdir. Bu valiz önemlidir, çünkü önceki hayata dair tüm anılar, düşler, ihtiyaçlar bu valizin içine sığdırılmıştır. Ama O valiz hedeflenen yere her zaman ulaşamaz, yol üzerinde bir yerlerde rastlanılan kötülük tuzaklarına takılır kalır. Kötülüklerin şahidi kayalar, sessizce yanına yöresine terk edilmek durumunda bırakılan valizleri taşırlar umutsuzca. Günlük hayatımızda hemen hemen her gün televizyon haberlerinde, savaşlar, açlık, kıtlık v.s. nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalmış göçmenlerin yaşadığı olumsuz yaşam koşullarını, başlarına gelen talihsizlikleri izliyoruz. Bu insanlar sığınmaya çalıştıkları ülkelerde bir hoşnutsuzluk duvarı karşısında inadına sokaklarda yatarak, dilenerek yaşam mücadelesi veriyor. Sıradan insanlar için TV karşısında bu görüntüler alışıldık imgelere dönüşmüş, sokakta karşı karşıya kalındığında ise biz zaten TV’de çok görüyoruz duyarsızlığı hakim. “Biz” “Öteki” algısına sahip kişiler ise, empati yoksunu, dışlama düşüncesini haklılaştırmanın formüllerini sıralıyor. Bu bağlamda toplumda medya ve siyasetin bakış açısından gözlükler sunulmuş, asıl insanca dayanışma misyonunu yitirmiş görünüyor. İnsanları yollara döken acımazsız siyaset her şeyin üstünü örtüyor. Kimse göçe neden olan olgulara bir son vermeyi sorgulamıyor. Sadece ellerinde valizlerinden başka bir şeyi kalmamış insanları ülkeler başından savacak önlemleri alma derdinde. Göçmen insanlarında bir zamanlar yaşadığı, büyüdüğü, hayat bulduğu, kök salmak istediği kendi toprakları olduğu gerçeği sanki hiç bilinmiyormuş gibi. Göçmenlik başlamışsa bir kere insan olarak var olduğunu, yaşama hakkın olduğunu ispatlamak kolay değildir artık.Sergide küçücük kayığa dağ gibi yüklenmiş valizler, çocuk çoluk istif edilerek dalgaların kayığın cılız gövdesine kaya sertliğinde çaptığı denizlere umut bağlayan insanların yaşama tutunma mücadelesini anlatıyor. Bu insanlar, Gümüştekin’in deyimiyle hayatları hiçe sayılan, yoktunuz yaftası yiyenlerdir. Bu acı düşüncelerle sergiyi gezmeye devam ediyorum.
Geçen hafta Türk markası olarak tasarlanan ve üretilen araba hayalinin gerçekleşeceğine tanık olduk. Togg otomobilinin seri üretiminin yapılacağı Gemlik Kampüsü’nde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla açılış töreniyle arabalar tanıtıldı. Togg’un elektrikli araç olarak iletişim çağının gereği olan hareketlilik ve mobiliteye uygun olarak tasarlanmış, otomobilden daha fazlası olarak üçüncü bir yaşam alanı konforunu sağlayacağı açıklandı. Bu üretime bir yandan destek verenler, diğer taraftan eleştirenlerin yorumları sanki araba üretimi konusunda tarihsel geçmişimizle tekrar yüzleşmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Togg’un lansmanından sonra yapılan yorumlar taraflar ve karşıtlar olarak sanki bir dejavu duygusu uyandırıyor. 1961 yılında da “Devrim” markası olarak ilk kez yerli bir araba üretilmiş, fakat tanıtım etkinliğinin heyecanından olsa gerek siyah arabaya yeterli yakıt koyulmamıştır. Tanıtım günü Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in bindiği araba 100 metre gittikten sonra durmuştur. Ertesi gün basında “Devrim 100 metre gitti durdu” manşetleri muhalif kesimin olumsuz düşüncelerini destekler nitelikte ilk Türk üretimi arabanın alay konusu olmasına adeta çanak tutmuştur. “Meyve veren ağaç taşlanır” yaklaşımı mı galip gelmişti, yoksa O yıllarda bir otomobil markasının seri üretim, dağıtım, bayilik hizmetleri, bakım hizmetleri ve yedek parça üretimini uygulanabilir bir şekilde hayata geçirmek mi kolay olmamıştı bilinmez, bu hayal başka bahara kalmıştı. Devrim arabasını Eskişehir’de müzede ziyaret ettiğimizde “ahhh keşke” dediğimiz, içimizde ukde kalan bir umudun temsilcisi olarak belleklerde yer almıştı.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamaları beni ilkokul dönemimde köyümüz Atlantı’da bayram kutlamalarına götürür. Bayrama bir ay kala öğretmenimiz törende okunacak şiirleri belirler, sınıfa dağıtırdı. Sınıfta hepimiz şiirleri ezberler en güzel okumaya gayret ederdik. Bayramda tüm köy halkının toplandığı meydanda mikrofonun önünde şiir okuyan çocuk olarak takdirleri toplamak isterdik. Ayşegül öğretmenimize kendimizi beğendirmek için sürekli okuma provaları yapardık. Ben Cumhuriyet Bayramı’nda şiir okuma konusunda gedikli olmuştum. Bir bayram öğretmenim benim her ne kadar iyi okuduğumu bilse de artık bir de arkadaşım Pembe’nin şiir okumasını istiyordu. Şiiri okumakta ona yardımcı olmamı istemişti. Bense geçmiş bayramlarda rüştünü ispatlamış çocuk olarak bencillik etmek istiyor, şiir okumanın benim hakkım olduğunu düşünüyordum. Pembe’nin şiiri güzel okumaması için elimden geleni yapmak istiyor, yine ben okumak istiyordum. Ama öğretmenim durumu anlamıştı o bayram şiiri Pembe’ye okutmuştu.
Sosyal medya medeniyetinin gündelik hayatımıza hakim olduğu bu günlerde Türkiye’de sosyal medya kullanımı ve dezenformasyon ile ilgili basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi mecliste kabul edildi. Bu kanunla ilgili pek çok medya kuruluşları ve temsilcileri kendi cephelerinden maruz kalabilecekleri yasal yaptırımlardan duydukları endişeleri dile getirmeye çalışıyor. Siyaset arenasında muhalefet grubu partiler bu yasayı eleştirirken, hükümet kanadı bu yasanın gerekli olduğunu savunuyor. Sonuçta sosyal medya alanı sütten çıkmış ak kaşık değil, pek çok gelişmiş ülkelerde olduğu gibi kullanıcı vatandaşları koruyucu yasal düzenlemeler gerektiriyor. Bu düzenlemenin mahiyeti önemlidir mutlaka. Hali hazırda yasalaşan Dezenformasyon Yasası ile internette hizmet veren platformlara, yayıncılara ve servis sağlayıcılarına çeşitli yükümlülükler getiriliyor. Yalan haber yayma ile ilgili cezai düzenlemeler içeriyor. Yasayla ilgili yoğun bir tartışma ortamı olumlu ve olumsuz yönleriyle halen devam ediyor. Bu yasanın düzenlenme aşamasında ve sonrasında İletişim Fakültesinde medya alanında insan yetiştiren bir eğitimci olarak en temel konunun hiç gündeme gelmediğini üzüntüyle takip ettim. Zira medya alanında, üniversite eğitimi almış kişilerin diplomaları tanınmıyor. Diplomalı, diplomasız herkes gazeteci ya da medya çalışanı olarak tanımlanıyor. Örneğin yeni düzenlemede “Basın kartı talep edenlerin başvuruda bulunabilmeleri için 18 yaşını bitirmiş olması, en az lise veya dengi bir eğitim kurumundan mezun olması, kısıtlı veya kamu hizmetlerinden yasaklı olmaması şartı aranacak” tanımlaması yüzlerce iletişim mezununun diplomasını yine boşa çıkarıyor. Yine medya sektöründe iletişim fakültelerinin diplomalarını geçersiz kılan bir başka uygulamadan biri de bazı medya kuruluşlarının iş garantili iki yıllık kurslar düzenlemesidir. Bu kuruluşlar eğitim döneminde üstüne para alarak, ücretsiz stajyer çalıştırırken, kurstan mezun olduktan sonra asgari ücretten hallice maaşlarla çalıştırılıp, altı ay sonra işten çıkarabilmektedir. İletişim fakültesi mezunları ise kendilerini sektör dışına atan buna benzer uygulamadan kaynaklanan pek çok sorunla baş başa bırakılıyor.
Cep telefonlarımızın dijital teknolojiler sayesinde televizyon, gazete, radyo, bilgisayar ve sosyal ağ hizmetleri ile donanımı arttıkça insanlık ister istemez teknoloji bağımlısı haline geldi. Elbette teknolojinin belirlediği bir kültürel ortam oluştu. Telefona yüklenen her uygulamanın kendine özgü bir anlatı kültürü var. Facebook sanki eski dostlardan haberdar olma sempatisiyle özellikle yetişme döneminde ancak mektuplaşarak haberleşebilen kuşak tarafından benimsenmiş durumda. Ücretsiz fotoğraf ve video paylaşma uygulaması Instagram’la birlikte büyüğünden küçüğüne herkes kendine ait bir medyası olduğunun farkına vardı. Rahmetli Ünsal Oskay hocanın dediği gibi sıradan insanın tarih sahnesinde yükseldiği dönemlere girdik. Artık Andy Warhol’un “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak” kehaneti rüştünü katbekat ispatlamaya başladı.
Günümüzde siyaset alanında hala kadın hakları başörtüsü takmak ya da takmamak olarak tartışma konusu halinde devam ediyor. Bir kadın olarak bizim öncelikli meselemiz bu olmasa gerek… Sonuçta Anadolu insanı yüzyıllardır çok dinli ve çok kültürlü zengin bir kültürel mozaikten yetişmiştir. Kadınlar açısından çeşitli örtünme ve giyinme biçimleri de mevcuttur. Başörtüsü eğitim ve kamu kurumlarında serbest bırakılınca bir sorunun olmadığı da görülmüştür. Başörtülü ya da başörtüsüz kadınlar birbiriyle barışık yan yana eğitim almakta ya da çalışmaktadır. Kısacası Türk toplumu bu meseleyi çoktan aşmıştır. Öncelikli mesele sık sık şiddete maruz kalan kadınlar için nasıl bir önlem ve de çözüm üretileceğidir. İran’da kadın şiddetinin canilik boyutuna ulaşması bardağı taşıran son damla olmuştur. İran ve dünya kamuoyunda tepkiler halen devam etmekte iken, ülke siyasetinde başörtüsü yasağının kaldırılmasının sahipliği tartışması sosyo-ekonomik ve de ataerkil kültürden kaynaklanan ucu şiddete, haksız yere öldürülmeye giden sorunlara “başörtüsü” olarak bakmak siyasi kör bakıştan başka bir şey değildir. “Kadın” ya da daha doğru bir ifadeyle “toplumsal cinsiyet kültürü” asıl sorgulanması gereken ve de eğitim alanında üniversitelerde göstermelik birkaç lisansüstü programla ve etkisiz, yetkisiz merkezlerle geçiştirilen bir alan olmamalıdır. Örneğin, toplumsal cinsiyet konusunda psikoloji temelli bir öğretmenlik eğitim alanı açılmalıdır. Bu eğitim formasyonunu alan öğretmenler ilköğretimden itibaren dersler vermelidir. Bu dersler öğrencilere verilirken,”anne” ve “baba” olara ktüm velilere de zorunlu eğitimler verilmelidir. Kısacası kadın/erkek olarak insani boyutta toplumsal cinsiyet eşitsizliği konusunda somut çözüm önerilerini tartışmak yerine, siyasi arenada hala “Başörtüsü”nün konuşulması sorunları indirgemeci bir yaklaşımdan başka bir şey değildir.
Geçen hafta bir söyleşimizde Prof.Dr. Bekir Zakir Çoban hocaya neden dinler tarihi ve özellikle Papalık üzerine çalıştığını sormuştum. Çoban hoca, hep Batı’nın oryantalist bir yaklaşımla doğu toplumlarını tanımladığını, bir de bizim bakış açımızla onları nasıl yorumlayacağımız fikrinden hareketle çalışma alanını seçtiğini söylemişti. Bu sözden ilham alarak bir sinema akademisyeni olarak bu hafta Hollywood filmleri üzerinden oryantalist bakış açısını anlatmak istiyorum. Oryantalizm elbette bir dans türü değildir. Batı medeniyetinin Doğu toplumlarını tarif ederken kullandığı bir düşünce biçimidir ve Hollywood filmleri bu tarifi tatlı bir reçeteyle tüm dünyaya empoze eden en önemli ajanlardan birisidir. Hollywood film endüstrisi Pentagon’la dirsek teması içinde, ABD’nin milli güvenlik politikaları çerçevesinde içeriklerini biçimlendirmektedir. Dönemlere göre Amerika’nın dış politikasındaki değişimlerine uygun olarak dost ve düşman resimleri sinema filmlerinde boy gösterir. Düşman resimleri olarak doğuya dair imgeler ağırlıktadır. Bu bağlamda yeniden kurulan doğu, batının kendini tanımlamakta karşıt imgesi ve onu rahat sömürebilmek için ötekileştirdiğidir.
Yeni eğitim öğretim yılı başlarken, üniversiteyi ilk kazandığım yılları düşünmeye başladım. 12 Eylül sonrası daha henüz adı pek bilinmeyen bir bölümü ailemden habersiz tercih etmiş ve kazanmıştım. Bölümüm Sinema Televizyon bölümüydü. Hiç kız çocuklarının ilkokuldan sonra okutulmadığı bir köyde, babam kızını okutma hayali taşıyan nadir insanlardan birisiydi. Kızını ya eczacı ya da doktor olması için okutuyordu. Sinema TV okutan bir okulun varlığı bile onun için hayal ötesi bir durumdu. İzmir’de bir artist okulunu kazanma haberim, Konya Atlantı Köyü’nde bulunan geniş aileme bir bomba gibi düşmüştü. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Televizyon tamirciliğinden, artistliğe kadar meslek ihtimalleri sayılıyor, geleneksel aile değerleri açısından hiç birisi bir kız çocuğu için bu okuldan kazanılacak mesleğe akıl erdirmiyordu. Kızlarını Yeşilçam’a artist olmaya gönderecek değillerdi herhalde”.Babamın dışında tüm aile fertleri okula gitmemem konusunda fikir birliği içinde, okulumla ilgili birçok olumsuz hikâyeler uyduruyorlardı. Babam sadece dinliyor ve düşünüyordu. Babamın ilk çocuğuydum, her zaman benim isteklerimi yerine getirmeye karşı özel bir zaafı vardı, ama bu kez onu zorlamakta aşırı ileri gitmiştim. Bunca olumsuz tablolar karşısında babamdan çıkacak kararı umutsuzluk ve biraz da suçluluk duygusu içinde bekliyordum. Zira son ve kesin karar ondan çıkacaktı. Bir akşam yine kalabalık aile meclisi toplanmış, herkes benim bu okuldan mezun olunca ne olacağım konusunda hiç de gurur verici olmayan sonuçları sıralarken, babam suskunluğunu bozup benim hayatımda rehberim olan o tek cümleyi söylemişti. “Benim kızım hiçbir şey olmasın, kültürlü insan olsun, gittiği gibi de gelecek” Babamın bu sözü bana büyük bir sorumluluk veriyordu. Buna göre çok okumam gerekiyordu ve de namus açısından kendimi koruyacak, babama söz getirmeyecektim.
Walter Lippmann, 1922 yılında yazdığı Public Opinion (Kamuoyu) kitabında insan ilişkilerinde kanaat oluşturmakta kafamızda oluşan resimlerden bahseder. Kafamızda oluşan resimler her ne kadar kendimiz yaşamasak da çevremizden gördüğümüz, algıladığımız imajları zihnimizin depoladığını ve benzer bir durumla karşılaşınca beynimizdeki depodan bilginin çağırılmasıyla hızlı kanaat oluşturarak kişi ya da olay hakkında çabuk karar verdiğimizi anlatır. Mesela Karadenizli bir kişi ile karşılaştığımızda hemen kafamızda daha önce Karadeniz insanına özgü biriken resimlerden yardım alarak onun hakkında bir kanaat oluştururuz. Her ne kadar o kişi farklı kişilik özellikleri taşısa da, peşin peşin onun hakkında bir ön yargı beynimizde vardır. Artık günümüzde kafamızdaki resimlerin oluşmasında medya başroldedir. Önceden sinema ve televizyon bu resimlerin inşa edilmesini sağlarken, şimdi sosyal medya bu rolü üstlenmiş gidiyor. Herkesin kendini sunabileceği bir sosyal medyası var. Sosyal medya için yaşamaya çalıştıkça insanlar o kadar kendileri ile meşgul olmaya başlıyor ki, gerçek olanı gözden kaçırıyor. Mesela yıllarca görüşmemiş dostlar bir araya geldiğinde, birbirlerinin hatırını üstünkörü sorduktan sonra fotoğraf çektirme telaşına düşüyor. Gerçek dostluğun içten muhabbet ortamını kurmaktan uzaklaşılıyor. Sosyal medyada ilişkilerden mutluluk fışkırıyor, yemek sofraları çok zevkli ve enfes görünüyor, seyahatler muhteşem görünüyor. Kısacası insan kendi bir yalan uyduruyor ve en çok da kendi inanıyormuş gibi.
MaschaKaléko, "Memento" adlı şiirinde " Kendi ölümümden korkmuyorum,
ama başkalarının ölümüyle yaşamak zorundasın" diye yazıyor.Bu hafta çok sevdiğim kuzenim Hasan Takımcı’yı aniden kaybettik. Ölümünden iki gün önce akşam üç saat sohbet etmiş, yeni yaptırmakta olduğu evinde oturma hevesini benimle paylaşmış, televizyonda açık oturumu birlikte seyretmiş, görüşlerimizi paylaşmıştık. Daha yaşamaya dair umutları vardı, iyiydi. İki gün sonra ölüm haberini aldığımda gerçekten sarsıldım. Bir yakınını kaybetmek ve bu kayıpla yaşamak zorunda kalmak çok zor gerçekten. Doksan yaşında Şerife yengem evlat acısıyla dizlerine vura vura feryatları tükendiğinde dualara sığınıyor... Hasan Ağabeyim bir dönem Konya/Atlantı kasabasında belediye başkanlığı yapmış, onun döneminde kasabamızı yeşillendirmiş, sosyal tesisler ve altyapı çalışmalarını güçlendirmişti. Sevilen insandı, tüm kasaba çok severdi, özellikle kadınların dertlerini, sıkıntılarını dinlemeye önem verirdi. Asırlardır erkekler kahvelerde sosyalleşirken, kadınlar dört duvar arasında yaşamak zorunda kalmışlardı. Hasan ağabeyim kadınlara özel, içinde çocuk oyun alanları, çay ocağı, süs havuzları, yeşilliklerle donatılmış kamelyaları ile bir park yaptırmıştı. Artık akşamları erkekler kahveye çıktığında kadınlar da parka geliyordu. Zamanla kasabamız belde oldu. Park hala yeşil ama bakımsız kaldı, ağabeyimin dönemindeki canlılığını yitirdi… Geriye Hasan Takımcı “ne kadar çok insan biriktirmiş meğer” sözleri yankılandı… Mekanı cennet olsun.
İnternet teknolojilerinin hızlı ve kolay bilgi akışı içinde artık tüm dünya insanlığı Instagram, Twitter, Facebook, Tiktok vb gibi çeşitli uygulamalar aracılığıyla adeta aynı gösterinin sahnesindedir; herkes aynı gösterinin oyuncusu ve seyircisi. Artık ne gerçekliğin ne de bilginin derinlikli anlamının önemi kalmıştır. Medyalardan bilgi akışı içinde sürekli edindiğimiz izlenimlerle bilgi sahibi olma yanılsaması içinde sürüklenip gidiyoruz. Tarihsel bilgi ve kişilikler, dizi filmlerin izlenme oranlarına göre sansasyonel uydurma entrikalarıyla hareket eden popülerler figürlerin hafızalarda yarattığı bir resim olarak algılanıyor. Başka bir deyişle, popüler kültürün içinde tarih bilgisi, öznel derinlikli doğru bilgi gerektiren bir alan olmaktan çıkmıştır. Tarih bilgisi doğrunun bir yanlışlık anına dönüştüğü gelgeç bilgi olmuştur. Kısacası sürekli bir “yalan dünya” misali gösteri toplumunun içinde yaşıyoruz. Bu gösteri toplumunda telefonlardaki uygulamalar aracılığıyla gezme, ölüm, özel günler, yapılan işlerin duyuru ve reklamı vs. paylaşılmaktadır. Hatta evde yanında oturan insana duygu ve düşünceler sosyal medyadan ilan edilmekte ya da yüz yüze normalde yapılmayan kutlamalar sosyal medyada paylaşmak adına gerçekleştirilir hale gelmektedir. Sevilen arkadaşlarla, akrabalarla bir araya gelmek de sadece fotoğraf çekinme faaliyetine dönüşebilmektedir. Her şeyde olduğu gibi kültürel değerler de bir gösteri nesnesine dönüşmüştür. Örneğin Sema yapmak “Hamdım, Piştim, Yandım” sözlerinin arkasındaki Yaradan aşkıyla ruhsal olgunlaşmanın görsel ifadesidir. Sema, giysilerden, hareketlere derin anlamları içerir. Günümüzde altında yatan derin anlamların bilgisi umursanmaksızın sema ve semazenlik de adeta gösteri nesnesi gibi algılanır olmuştur.
Özellikle pandemi döneminden sonra dijital teknolojiler hayatın her alanında etkin rol oynamaya başladı. Artık fiziki olarak sosyalleşmeden ya da ziyaret etmeden kişi ve mekanlarla sesli görüntülü olarak iletişim kurarak ders verebiliyoruz, alışveriş yapabiliyoruz, çalışabiliyoruz v.s. Dijitalleşmenin her alanda etkinleşmesi ile birlikte metaverse kavramını sıkça duyulur hale getirmiştir. Söz konusu olan sanal olarak yeniden tasarlanan üç boyutlu bir evrende yaşama hissidir. Başka bir deyişle yeni bir evren tasarlanacak ve bizlerde bizi temsil eden avatarlarımızla adeta gerçek dünyada yaşıyormuşçasına hissederek, duyarak, görerek ve hatta koklayarak varlık göstereceğiz. Elbette insanoğlu sosyal bir varlık ve sosyalleşmenin gereği olarak yüzyıllarca deneyimler sonucu çağın gereklerine göre oluşturulmuş toplumsal yaşamın bir takım kural ve kaideleri var. Sanal da olsa bir toplumsallık söz konusu olacaksa pek çok sosyal, ekonomik, kültürel, yasal, dini ve de diğer sorunlarda göz önünde bulundurulmak gerekiyor. Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi (ASBÜ) İslamî İlimler Fakültesi tarafından 3-4 kasım 2022 tarihinde “Metaverse ve Din” başlıklı uluslararası bir sempozyum düzenleniyor. Sempozyumun konu başlıkları Metaverse’de dindarlık, dini gruplar ve cemaatler, islami ilimlerin geleceği, din eğitimi, islam hukuku, değerler ve ahlak, gençlik ve varlık teorileri olarak belirlenmiş. Bu akademik etkinlik ve konu başlıkları, gerçekten dini kültürün çağın gereklerine uyum sağlaması açısından önemlidir.
Bu hafta sağlık çalışanlarına sabit ek ödeme düzenlemeleri yapıldı. Bu düzenlemeden maksat kamu hastanelerinde ücret yetersizliği nedeniyle sağlık çalışanlarının ayrılarak, özel sağlık kuruluşlarına geçmelerinin önüne geçmektir. Elbette özel hastaneler çalışma koşulları açısından hem fiziki altyapı, hem de ücretler açısından avantajlı konumdadır. Hastalar acısından düşündüğümüzde özel hastanelerde tedavi olmak ekonomik açıdan oldukça külfetlidir. Örneğin bir hastalığa teşhis konmadan önce yapılması gereken tahliller kurumdan kuruma farklılıklar gösterebildiğini geçen hafta kendi deneyimlerim sonucu öğrenmiş bulunuyorum. Normalde tahlillerimi üniversite hastanesinde yaptırıyorum, fakat bazı tahlilleri kamu hastanesinde bir takım olanaksızlık nedeniyle dışarıda yaptırmam gerekti. Birkaç tahlilimi yaptırmadan önce tanınmış üç laboratuardan WhatsApp mesajı üzerinden ücret teklifi aldım. Üç farklı kurumdan üç farklı maliyet çıktığını gördüm. Sonuçta en uygun teklifi veren laboratuvarı tercih ettim. Tercih ettiğim laboratuvar bir diğerinden neredeyse yarı fiyatına daha uygundu. Bu tuttura bildiğine fiyat uygulaması gerçekten üzüntü verici. Sağlıkta eğer özel hizmet veren kuruluşlardan faydalanılacaksa piyasa araştırması yapmakta fayda var. Yaşadığım bu örneği anlatmamın nedeni, ekonomik yetersizlik çeken insanlar için kamu hastanelerinin sağlık hizmetine erişim açısından önemini vurgulamaktır. Kamu hastanelerinden kalifiye sağlık çalışanlarının özel hastanelere geçiş yapması, nüfusun ekonomik yetersizlik çeken büyük çoğunluğunun kaliteli sağlık hizmeti almaması anlamına geliyor. Sağlık çalışanları açısından kamu hastanelerinde hasta sayısı oldukça fazladır. Bu durum gerçekten fedakârca hizmet vermeyi gerektiriyor. Elbette bu hizmetin de ekonomik olarak bir karşılığı olmalıdır. 13 Ağustosta açıklanan yeni düzenlemeyle özellikle hekimler lehine maaş avantajları getirildi, fakat diğer sağlık çalışanları ile aralarında ücret farkının açılması tepkilere neden oldu.
Basın sektörünün ayakta kalma mücadelesi verdiği günümüzde İzmir’de İLKSES Gazetesi 13 yıllık geçmişi ve güçlü kadrosuyla saygın bir basın kuruluşu olarak rüştünü ispatlamıştır. Dijital teknolojilerin iletişim sektörünün kaderini belirlediği dönemde, İLKSES Gazetesi dijital teknolojilere yaptığı yatırımlarla güçlü gelişimini sürdürmektedir. Artık dijital basının yanı sıra İLKSES Televizyonu da yayın hayatına hazırlanıyor. İzmir’in en güçlü basın kuruluşlarından biri olan İLKSES’in televizyon yayıncılığına hazırlanması sevindirici bir gelişmedir. Zira İzmir’de Ege TV kapatıldıktan sonra profesyonel olarak güçlü ve düzenli televizyon yayıncılığı yapan bir özel kuruluş maalesef bulunmamaktadır. Daha çok dijital platformlarda yayıncılık yapan birkaç basın kuruluşu bulunmaktadır. Umarız bu kuruluşlar güçlenerek uydu yayıncılığı yapabilecek aşamaya gelebilir.
Geçtiğimiz hafta sonu TV 100’de yayınlanan Gündeme Dair programına konuk olan Demokrat Parti Milletvekili Cemal Enginyurt ile gazeteci Latif Şimşek arasında tartışmanın öfke kontrolünden nasıl çıkıp, şiddet olayına dönüşmesini canlı olarak izledik. Toplumda yaygın olarak görülen kadına şiddet, doktora şiddet gibi olguların önünü almak için çareler aranırken, böylesi bir temsilcilik makamından şiddet eylemi izlemek üzüntü verici gerçekten. Şiddet gösteren insan profilleri kimi zaman çok şaşırtıcı olabiliyor. Örneğin eğitimli insanların şiddet göstermesini yadırgıyoruz. Eğitimli insan dendiğinde ne okuduğu ve ne meslek edindiği ilk akla gelendir. Şiddetin bunca yaygınlık gösterdiği bir toplumda eğitim sistemimizi de sorgulamak gerekiyor. Eğitim müfredatlarına şiddetin gerekçeleri konusunda farkındalık yaratıcı ve öfke kontrolü konusunda dersler konulmalı. Başka bir deyişle bir çocuğun sadece zeki olup mühendis doktor v.s. olmasının yanı sıra, duygusal zeka ve empati becerilerinin de gelişmesi konusunda ailelere farkındalık yaratmak gerekiyor.
Covid-19 pandemisi sağlık değerlerimizi korumanın salgın hastalıklara karşı direncimiz açısından ne kadar önemli olduğunu, ihmale gelir yanının olmadığını gösterdi. Pandemi koşulları tüm dünya insanlarının seyahat özgürlüklerine önemli sınırlamalar getirmiştir. İnsanlar artık bir seyahat düşünürken sağlıklarını da göz önünde tutmayı öğrenmek zorunda kalmıştır. Yaz ayları özellikle turizm hareketliliğinin yoğun olduğu bir dönemdir. Bu dönemde, hele de pandemi artış gösterirken, insanların hangi ülkede hızlı, ucuz, etkin ve kaliteli sağlık hizmeti varsa oraya yönelimi doğal bir tercih olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında sağlık turizmi oldukça önemli hale gelmiştir. Sağlık turizmi dendiğinde sadece sağlık sektörünün üstün teknolojisi ve nitelikli insan gücü olarak değerlendirmemek gerekiyor, bilakis bu alan pek çok saç ayağından oluşan bütüncül bir bakış açısını gerekli kılıyor. Zira sağlık alanında ülkelerin farklı sigorta mevzuatlarına uyumlu düzenlemeler ve de bu kuruluşlarla anlaşmalı olmak gerekiyor. Tabi konaklama ve ulaşım sektörü de saç ayağının önemli bir başka unsurudur. En önemlisi ve de olmazsa olmaz olan da reklam ve tanıtımdır. Maalesef ülkemizde özellikle devlet üniversitelerinde çalışan bilim insanları ürettikleri bilginin tanıtımının öneminin farkında değil gibi görünmektedir.
Geçen hafta tahıl koridoru anlaşması tüm dünya ülkelerinde olduğu gibi Türkiye gündeminin odak noktası oldu. Dünya çapında gıda krizinin eşiğinden dönülmesini sağlayan anlaşmanın birleşmiş Milletlerin yanı sıra önemli diplomatik mimarlarından birisi de Türkiye oldu. Elbette dünya çapında açlık gibi bir tehlikenin önlenmesinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde devletimizin diplomasi başarısı ile gurur duyduk.
Gençler üniversite sonuçlarına göre tercihler yaparken en popüler alanlardan birisi olarak iletişim fakültelerinin Radyo TV Sinema ve Gazetecilik bölümlerine oldukça rağbet gösteriyorlar. Öğrenciler yetiştirmiş, mesleğini seven sinema televizyon hocası olarak bu alanda eğitim almayı gençlere tavsiye ediyorum. Türkiye’de eğitim alanında uygulanan yanlış politikaların sorunlarını elbette iletişim alanında eğitim veren bölümleri ve mezunları da yaşıyor. Öncelikle iletişim fakültesi sayısının fazla olması ve sektörün ihtiyacında fazla mezun verme her zaman dile getirilen bir şikâyet konusudur. Tabi mezunların sektörün beklentilerine uygun nitelikli eğitimle donatılması da ayrı bir sorundur. Bu iki sorunu bizler tartışadururken diplomasız pek çok kişi meslek pastasını paylaşmaya devam ediyor. Tabii ki en büyük problem İletişim mezunlarının diplomalarının formasyonunun sektörde tanınmasını sağlayacak mesleki örgütlenmenin ve bu örgütlenmelerin belirleyeceği yasal düzenlemelerin henüz hayata geçirilememiş olması, en temel sorunsal olarak sürekli karşımızda bir duvar gibi durmaktadır. Örneğin günümüzde “Sosyal Medya Yasa Teklifi” getireceği yaptırımlarla basın örgütlerince oldukça tepkiyle karşılanmıştır. Bu teklif şimdilik ertelenmiş görünüyor, fakat basın örgütlerinin görüşleri doğrultusunda revizyona dair çalışmalar konusunda fazla bir hareketlilik de gözlenmiyor. Kısacası her zaman her platformda da tekrarladığım gibi bir mesleğin eğitim formasyonu kendi sektörü içinde tanınmıyor, mesleki örgütlenmesini de buna uygun olarak geliştirememişse, var olan örgütlerde yeteli etkinliği gösterme konusunda hep sıkıntılı olacaktır.