Sayfa Yükleniyor...
MaschaKaléko, "Memento" adlı şiirinde " Kendi ölümümden korkmuyorum,
ama başkalarının ölümüyle yaşamak zorundasın" diye yazıyor.Bu hafta çok sevdiğim kuzenim Hasan Takımcı’yı aniden kaybettik. Ölümünden iki gün önce akşam üç saat sohbet etmiş, yeni yaptırmakta olduğu evinde oturma hevesini benimle paylaşmış, televizyonda açık oturumu birlikte seyretmiş, görüşlerimizi paylaşmıştık. Daha yaşamaya dair umutları vardı, iyiydi. İki gün sonra ölüm haberini aldığımda gerçekten sarsıldım. Bir yakınını kaybetmek ve bu kayıpla yaşamak zorunda kalmak çok zor gerçekten. Doksan yaşında Şerife yengem evlat acısıyla dizlerine vura vura feryatları tükendiğinde dualara sığınıyor... Hasan Ağabeyim bir dönem Konya/Atlantı kasabasında belediye başkanlığı yapmış, onun döneminde kasabamızı yeşillendirmiş, sosyal tesisler ve altyapı çalışmalarını güçlendirmişti. Sevilen insandı, tüm kasaba çok severdi, özellikle kadınların dertlerini, sıkıntılarını dinlemeye önem verirdi. Asırlardır erkekler kahvelerde sosyalleşirken, kadınlar dört duvar arasında yaşamak zorunda kalmışlardı. Hasan ağabeyim kadınlara özel, içinde çocuk oyun alanları, çay ocağı, süs havuzları, yeşilliklerle donatılmış kamelyaları ile bir park yaptırmıştı. Artık akşamları erkekler kahveye çıktığında kadınlar da parka geliyordu. Zamanla kasabamız belde oldu. Park hala yeşil ama bakımsız kaldı, ağabeyimin dönemindeki canlılığını yitirdi… Geriye Hasan Takımcı “ne kadar çok insan biriktirmiş meğer” sözleri yankılandı… Mekanı cennet olsun.
Yirmi yıl önce Almanya’ya ilk gittiğimde trenle yol üstünde bir tabela dikkatimi çekmişti. “Trauerbegleitung” (yas desteği). Bir ölüm olduğunda profesyonel bir şirkete başvurarak, yas döneminde çekilen acıları hafifletmeye çalışan profesyonel uzmanlardan yardım alına biliniyormuş. Bu tuhaf gelmiş, bu insanların aile bağlarının ne kadar zayıf olduğunu ve bundan dolayı yalnızlaştığını düşünmüştüm. Demek ki onları teselli edecek, acılarına ortak olacak aile yakınları ya yoktu ya da aile bağları zayıftı. Kapitalist modern toplumlarda aile değerleri çözülmüş, “biz” duygusunun yerini “ben” duygusu almış olmasının bir sonucuydu yalnızlaşma ve bunun sonucu “yas danışmanları”na ihtiyaç duymak.Başka bir deyişle insanın en yakını sayılan ailesinden koparak, duygusal açıdan en zor zamanlarında kurumsallaşmış yapılara bağımlı olması, modern toplum insanının içine düştüğü acıklı bir durumdur. Cep telefonu gibi global dijital medyalara bağımlı hale geldiğimiz özellikle şehir hayatında insanlar artık ulus, aile, cemaat gibi istikrarlı kurumların bağlayıcılığından uzaklaşmış, çabuk tüketilen, kısa vadeli ilişkilere yönelmiştir. Bu durum uzun vadede insanı yalnızlaştıran bir süreçtir. Eskilerin deyimiyle bir insanın kendine yapabileceği en güzel yatırım, “insan biriktirmek” olsa gerek. Zor günlerimizde sığınabileceğimiz, derdimizi hafifleten, varlıklarıyla huzur bulacağımız, teselli olacağımız iyi, güzel insan biriktirmek önemli gerçekten. Özellikle ölüm acısının derin kederinde omzuna yaslanarak, yalnızlığımızı attığımız, birlikte ağladığımız güzel insanlar, adeta çaresiz derdimize deva olur. Bize hayata yeniden tutunmakta güç verir. Her ne kadar sertifikalar, uzmanlıklar olsa da kartvizitli “yas danışmanları” gerçekten bu misyonu yerine getirebilir mi?
Doğduğum topraklarda Atlantı’dageleneksel aile değerleri hala etkindir. Bu geleneksel değerlerin içinde ataerkil zihniyet nedeniyle kadın olmak zordur gerçekten. Bu zorluklardan bir kadının kendini azat ettirmesi ancak okuyup ekonomik özgürlük kazanması ile mümkündür. Ben rahmetli babamın cumhuriyet insanına özgü idealleri sayesinde okudum, kendi ayaklarım üzerinde durmanın bağımsızlığını kazanacak duruma geldim. Bu arada ailemin geleneksel değerlerine mümkün olduğunca mesafeli durmaya gayret ettim. Taa ki anne ve babamı dokuz gün arayla aniden kaybedinceye kadar… Daha önce köyde ölüm törenlerine pek katılmamış, sonradan başsağılığı dilemekle yetinmiştim. Bizzat ailenin büyüğü olarak bir ölüm evinin temsilciliğini ilk kez yaşıyordum. Ölümün ilk yaşandığı gün biz kederden kolumuzu kaldıramaz durumdayken, yakın kuzenlerin hepsi koşmuş, tüm cenaze işlemlerini halletmişlerdi. Seven insanlar akın akın gelerek babamın evini doldurmuştu. Akrabalarımızın yanı sıra,anne ve babamın bir şekilde dokunduğuhiç tanımadığım ya da ummadığım insanlarhüngür hüngür ağlıyor, yüksek sesle ağıtlar yakıyordu. Cenaze kalktığında bir insan seli vardı. Acılı aileye 15 gün süreyle kahvaltı dahil mutfağında aş kaynatılmasına gerek kalmayacak şekilde akraba ve komşulardan yemek ve ikram seferberliği yapılmıştı. Ailenin gençleri sürekli acılı ailenin yanı sıra gelen misafirlere yemek, çay ve su servisi yapıyordu. Acı ve keder içinde yemek yemek anlamsız gelirken, önümüze sofralar kuruluyor ve herkes sofraya oturduğu halde yemek yemek için bekleniyordu. Evin büyüğü olarak benim ilk olarak yemek yemem gerekiyordu. Bundan habersiz olarak yemek istemediğimi söylediğimde, ben yemedikçe kimsenin yemeğe uzanmayacağı açıklanmıştı. Böylece bir kaşık da olsa yemekten almak zorundaydım. Anladım ki acılı insanlara yemek yedirerek güç vermenin bir formülüydü bu gelenek. İki hafta boyunca gece ve gündüz hiç yalnız bırakılmamış, dualar okunmuş, anılar tazelenmiş, özenle, kıymetli hissettirilerek teselli edilmiştik. Helva tüm akrabaların imece usulüyle kazanlarla pişirilerek dağıtılmıştı. Sonra kurban bayramı gelmiş arife günü ölenlerin hayrınahiç kurban kesmeye maddi gücü olmayanlar için ailenin gençleri kurban kesme ve dağıtma işlemlerini yine imece usulüyle halletmişlerdi. Yedisinden sonra, kırkıncı gününde Mevlid okunmuş, tüm köye yemek verilmişti. Sonuçta kendi anne ve babamın ölümünde geleneksel aile mensubu olarak yaşadığım içten destek ve dayanışma,hem geleneklerimizin, hem de akrabalarımızla yakın ilişkilerimizin devam etmesine şükür etmememe neden oldu.