Sayfa Yükleniyor...
Rusya’nın Ukrayna’yı işgaline hiçbir hukuki ya da ahlaki gerekçe gösterilemez. Bağımsız ve egemen Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne yönelik bu saldırı uluslararası hukuka aykırıdır. Emperyal hevesler besleyen bir güç olması ve Avrupa’da düzeni kendi lehine değiştirme isteği hiçbir zaman Rusya’yı haklı gösteremez.
Güç kullanarak sonuç almaya çalışmanın Rusya’nın DNA’sında bulunduğu, NATO çevrelerinde dile getirilen, tarihsel olarak da pek yanlış olmayan bir saptamadır. Tarihte en çok savaşan büyük güçlerden birinin de Rusya olduğu yanlış değildir. Biz de neredeyse üçyüz sene Ruslarla savaşmışız. Rusya, kendi içine çekidüzen vermeye çalıştığı dönemler dışında hep emperyal siyasete sarılmıştır. Rusya’nın bu davranışının altındaki önemli etkenlerden biri, geniş topraklara sahip olmasına rağmen, Pasifik ve kuzey kıyıları dışında, özellikle batıda doğal sınırlara sahip olmayışıdır. Kuşkusuz Rusya Avrupalıdır, Avrupa uygarlığına ve kültürüne katkısı yadsınamaz. Böyle olsa da bazı tarihçiler Rus siyasetinde sert Asya steplerinin acımasız koşullarından ve kültüründen kaynaklanan mücadeleci, hırçın bir yön olduğu düşüncesindedir. Bizans döneminde de bu ikilemin, dini yönden Doğu Roma İmparatorluğunun başkenti İstanbul’a duyulan bağlılık ile Asya bozkırları arasında yaşandığı ifade ediliyordu. Dolayısıyla ne Asya’da ne de Avrupa’da rahat edebilen emperyal bir devletle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.
Rusya’nın bu karakteri, Avrupa’da çok uluslu, çok devletli bir düzen ve kuvvet dengesi kurulmaya başlandığı XVII. yüzyılın Westphalia Barışı ve 1814 Viyana Kongresi sürecinde de değişmedi. Bu ikilem nedeniyle Rusya, bir yandan Avrupa diplomasisinin bir parçası olmaya başlarken, diğer yandan komşularını mutlak iradesi altına almaya çalışıyordu. Rusya’nın dünya düzenini hep kendi lehine değiştirmek isteyen bu tutumu Sovyetler Birliği döneminde de devam etti. Bu yüzden Ukrayna’nın işgali hemen hatıralara, 1956’da Macaristan ayaklanmasının kanla bastırılmasını, 1968’de Çekoslovakya’nın işgalini, 1980’lerde Polonya’da Dayanışma Sendikası direnişini getirdi.
Dış siyasette “Dünya Düzeni” diye bir şey gerçekte hiç olmadı, sadece en büyük, en güçlü devletler kendi düzenlerini kurmaya çalıştı. Bir dönem İngiltere, üstün deniz gücü sayesinde “üzerinde güneş batmayan” bir imparatorluk kurmuştu. Uzak Doğu’da Çin İmparatoru “gök kubbe altında” sadece kendi sözünün geçtiğine inanırdı. Osmanlı İmparatorluğu üç kıtaya hakim olmuştu. Yirminci yüzyılda dünya düzenini ABD kurmaya çalıştı; o dakuvvet dengesinin ve istikrarın kendi aleyhine bozulmasını önlemeye çalıştı.
Öyle görünüyor ki Rusya bütün imkanlarını kullanarak bu işgal operasyonunu fazla uzatmadan “başarılı” bir sonuca bağlamak istiyor. Uzamasının aleyhine olacağının farkında. Putin, işgal başlarken hedefinin Ukrayna’yı askersizleştirmek (demilitarizasyon) ve sözde “nazilerden” arındırmak olduğunu açıklamıştı. Putin’in esas niyetinin ne olduğu ile ilgili tahminler, Ukrayna’nın direnme gücünü kırarak, doğusundaki iki eyalet ile Karadeniz sahilindeki bölgeleri almak suretiyle Ukrayna’nın denize çıkışını engellemek olduğu üzerinde yoğunlaşıyor.
Savaşın uzaması ve Ukrayna’da sonu belirsizsivil bir direniş başlaması halinde Ruslarınişinin zorlaşmaya başlayacağını tahmin etmek zor değil. Öyle olursa Ruslar boylarını biraz aşan bir suya girdiklerinin farkına varabilir, Avrupa’nın ortasında Afganistan benzeri bir istikrarsızlık içine sürüklenebilirler. Dünya kamuoyu ise, Batı’nın Ukrayna’yı Rusya önünde yalnız bıraktığı, NATO’ya alma vaadiyle oyaladığı görüşünde. Ukrayna halkı herhalde şimdi büyük devletlerin ipiyle kuyuya inilemeyeceğini daha iyi anlamıştır, fakat ne olursa olsun, serbest seçimlerle ve özgür egemen iradesiyle Ukrayna halkının verdiği kararlara tartışmasız saygı duymak gerekir.
Soğuk savaş döneminde 1956’da ayaklanan Macar halkına Batı sahip çıkmamış, Macaristan’ı kendi haline bırakmıştı. Buna rağmen Macarlar Rus tanklarına karşı günlerce ve kahramanca direnmişlerdi. Direnişin yıldönümünü şimdi milli bayram olarak (23 Ekim) kutluyorlar. Çekoslovakya’da ve Polonya’da da Sovyet işgali halkın iradesiyle baş edemedi. Şimdi soğuk savaş yok, Ukraynalıların direnişine dışarıdan daha çok destek görebileceğini öngörmek mümkün.
Batılılar, yaptırımlarla, hava sahasını kapatarak ve silah göndermek suretiyle sonuç almaya çalışıyor. Eğer Putin, daha önce “hazmettirerek” elde ettiği Abhazya, Güney Osetya ve Kırım gibi burada da istediğini alırsa, Batı’nın bunu sineye çekip çekmeyeceğini zaman gösterecek. Ülkemiz açısından yaptırımlar ve çatışmalar ne yazık ki ciddi ekonomik sıkıntı anlamına geliyor. Kuşkusuz, Karadeniz’e sahildar iki savaşan devlete karşı, Cumhuriyetimizin Lozan’dan sonraki en büyük diplomatik kazanımı olan 1936 Möntrö Antlaşmasının esnetilmeden uygulanması, bölgemizdeki barış ve istikrar açısından büyük önem taşıyor.
Türkiye, Montrö Konferansının toplanması talebini, tam da İkinci Dünya Savaşı öncesinde, bazı Avrupa ülkeleri silah zoruyla ve tehditle sonuç almaya başladığı sırada, doğal bir hakkı olan, kendine ait bir su yolunda egemenliğini tesis etmek amacıyla ve barışçı bir yöntem kullanarak yapmıştı. Türkiye’nin bu olgun davranışı o dönemde büyük takdir toplamıştı. Dünyanın güçlüden yana işleyen bu adil olmayan düzeninde, Ukrayna halkının bağımsız ve egemen bir ülkede yaşama hakkına saygı gösterilmesi, bu zor günlerde özgürlükten ve demokrasiden yana tüm insanların dileğidir.