Bir zamanlar insanı tanımak, onunla aynı masaya oturmak sohbet etmekle mümkün olurdu. Şimdi ekrana bakan herkesin aklında başka bir fikir oluşuyor. Sosyal medya, bu çağın büyük şov sahnesi; herkes orada bir rolün içinde. Gerçek hayatın yorgunluğunu taşıyanlar, sahte yüzler, dijital dünyada filtreli dönüşüm içinde. Ve biz, bu gösteriyi izleyip gerçekliğini sorguluyoruz.
Geçim sıkıntısı yaşayan bir toplumun, lüks pozlar, abartılı mutluluklar, yapay tebessümlerle dolu dışarıya yansıtılan sahte bir vitrini var. Oysa aynı evin içinde birbirine selam vermeyen insanlar, sosyal medya için sarmaş dolaş poz verebiliyor. Ne garip değil mi? Yaşamak varken, yaşar gibi görünmeyi yansıtma peşindeyiz. Ya da çocuğu kahve içmek için etkinliğe bırakıp ilgilenmeyen bir annenin çeşit çeşit pozları çocuğuyla çok ilgili anne rolünü oynaması gibi. Bu örnekleri çeşitlendirebiliriz. Babanın boşandığı eşinden ayda bir kez görme tenezzülünde bulunduğu çocuğunu sanki hep onunlayken ilgiliymiş gibi lense etmesi gibi... Ne garip ve acı her bir örnek.
Sanat edebiyat alanında üretmesi beklenen veya çok ideali konuşan insanların, eserleri yerine sadece yüzlerini, kıyafetlerini, saç modellerini sunmaları... Paylaşımlar, içerikten uzak, ambalaj niteliğinden öteye geçemiyor. Gösteri devam ediyor; hatta cümlelere bakıp alkış tutanlar olabiliyor. Ancak alkış samimiyete değil, iyi kurgulanmış sahnelere geliyor artık. Gerçeğini bildiğiniz hayatlarını böyle sergilendiğini ve toplumdaki psikolojik sorunlu insanların durumunu gözler önüne seriyor.
Üreten ve gerçekte is yapan insanlar ile şov yapanların ayrıştığı en önemli detay burada saklı.
Oysa eskiler ne güzel demiş: “Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz.” Üreten, ortaya koyduğu işle konuşur. Gösterişle değil. Yüzünü değil, sözünü paylaşır. Görünmek değil, yarın kendine dair kalıcı iz bırakmak ve ürettikleri ile anılmak ister.
Belki de artık sormalıyız: Biz gerçekten yaşıyor muyuz, yoksa sadece “görünüyor” muyuz?