Sayfa Yükleniyor...
Cuma akşamı gelen yasakla birlikte içler acısı bir tabloya şahit olduk hep birlikte. İzmir gibi kültür, sanat şehrinde en coşkulu bayram kutlamalarında ya da açık hava konserlerinde bile bu kadar insanı bir arada görmedim açıkçası. Virüsün dinmeye başlamasını bekliyorduk oysa. İnsanların 2 günlük açlık korkusu sağlıklarından önde geldi. Sosyal mesafenin sıfırlandığı o kara gecenin sonuçlarını 14 gün sonra görmeye başlayacağız Sağlık Bakanımızın açıklayacağı tabloda. Umarım 2 günlük kıtlık psikolojisi korkusuyla dışarı çıkanlarımız 14 gün evlerinde kendilerini izole ederler de hastalığın ağına kapılıp daha büyük bir yıkım yaşamayız güzel şehrimizde.
Ne zaman anlayacağız sağlığımızın ve doğamızın değerini. Yok olunca mı? Yuvadan bir beyaz güvercin daha uçunca mı? Günümüzdeki bu durumda doğamızın değerini bilecek frekansta yapılarımız yok birçoğumuzun. Ama görüyoruz, dünya ayıklanma sürecine girmiş durumda. Gelecekte çok farklı bir çağa geçiş yapacağız. İstesek de istemesek de, bu ağ bizi içine alıyor yavaş yavaş, sinsi bir virüsün pençesinde savaş verirken. Ona uyum sağlayabilir adaptasyon sürecini verimli atlatırsak yükseleceğiz yani ruhen olmasa da en azından çağ olarak. Bu süreçten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Yeni bir Türkiye, yeni bir dünya doğacak artılarını ve eksilerini bilmediğimiz. Ruhen yükselebilecek potansiyele geldiğimizde de biz çağa değil çağ bize uyum sağlayacak. O duruma belki de, günümüzdeki halimizle hiç birimiz eşlik edemeyeceğiz. Ama önemli olan bazı değişimlerin farkına varmak. Enerjinin yok olmadığının şekil değiştirdiğinin farkına varmak. Yok olmayacağımızın farkına varmak. Bu dünyada ne yapıyorsak doğaya, onun mutlaka bize geri döneceğinin farkına varmak. İşte yaşam bu. Yüksek bilinç ve farkındalık durumu. İçinde bulunduğumuz süreç bize bir ders verdi. Doğamıza verdiğimiz kötülüğü farkına vardık. Yeniden nefes alan doğanın hayatımıza tekrardan merhaba demesiyle. Doğanın şeffaflığının denize dökülmesiyle. Peki bu süreçten sonra biz şeffaf olabilecek miyiz yeniden? Bize verilen son bir şansın daha farkına varabilecek miyiz? Potansiyelini yüksek bulduğumuz insanların doğasını paylaşabilecek miyiz aden bahçesinden yeniden bir elma koparmışken?
Evde kaldığımız bu süreçte birçok ülkenin kanallarındaki su kendini temizledi, İstanbul’da hava kirliliği yüzde 30 oranında azaldı. Ve sonucunda çevre kirliliği de ciddi boyutta azaldı. Ağaçlar yeniden neşelendi. Doğa kendini onarma evresine girdi, ona zarar verenler yokken.
Neden bunları yaşadık? Çünkü bunca zaman doğayı katlettik, denize dökülen fabrika atıklarının yosunları boğmasıyla. Biyolojik dengeyi yok ettik, bize can veren ağaçlarımızın canını alarak. Hayat döngümüzü sarstık, merhamet duygumuzu kendi ellerimizle gömüp doğaya düşman varlıklara dönüşerek. Biz bu muyduk gerçekten? Yaşadığımız benlik bize mi aitti bu kusursuz(!) hayatımızın parçası olan?
Bizi öldüren şey, doğaya can verdiğinde anladım, üzülerek. Masumiyetini kaybetmeye yüz tutmuş bir ırk var ortada, insan ırkı. Bunca zaman, doğanın bize biçtiği sınırları yaşamamız gereken yerler olarak alırsak, dünya düzelecek sanıyordum. Meğer biz çizmişiz o sınırları, sonsuz düzenin içinde kendimize bir son hazırlayarak. Kabarık bir faturaya gebeyiz şimdi, bunun bedelini sahi kim ödeyecek? Yarasa ya da yılan, bu sonucun kıssadan hissesiydi oysa. Yaşamla ölüm arasındaki çizgide, çaresizce yürüyoruz şimdi. Başkarakterin insan olduğu bir dünyada. Betimlemelere yönelirsek eğer başyapıtın ortaya koyduğu konuyu kavrayamayız hiçbir zaman. Peki neydi saman kağıtlara yazılmış bu romanın ana düşüncesi? Önce biz yani ruhani varlığımız iyileşmezse Covid-19’lar hiç bitmeyecek bunu anladık. İklim ve bu sebepten ötürü biyolojik çeşitlilik de bozuldukça gezegende bize can veren yeşillik de karardı yavaş yavaş. Bütün canlı renkler soldu aniden. Sonra ne oldu insan sağlığına? Yoğun bakım yataklarında yeniden uyanmayı bekleyen bedenlere dönüştük birden? Peki, biz bunu hak edecek ne yaptık? Beşeri faaliyetlerle yıktık yuvamızı. Sorumluluk bizdeydi bu dünyada, Tanrı bizi seçmişti çünkü merhamet edelim doğaya ve cennetimizi koruyalım diye. Yapıcı olmak zordu yaşadığımız ekosistemin çatısı altında, bırakın doğayı iki farklı ırktan insan bir arada yaşamayı beceremedik, bizde yıkıcı olduk. Şimdi ise doğa bize başkaldırdı. Artık insanın egosuna esir olduğu bir yaşam kabul edilemez diye. Parçalandık, bizi uçuran görünmez kanatlarımızı kırdık bir bir. 120 bine yakın can verdik bu uğurda. Değer miydi sahiden? Bunca insanın canını heba etmeye değer miydi? Mavi ve yeşili sadece bir renkten ibaret görmeye, değer miydi? İçinde bulunduğumuz durum bize ders olur belki ve doğayı korumayı, hayvanları sevmeyi öğreniriz yeniden. Çünkü bu durumun sonucu insanın bünyesine çip takması değil, bir ağaca hayat vermesi olmalı. Çünkü meyve versin diye aşıladığımız o ağaç aslında bizim hayatımızın, aşısı olacak…