1
Sıla Arsel
İlkses Gazetesi Yazarımız

Sıla Arsel

Yazarın Köşe Yazıları

Dünyanın Kendisi Müzikal Sahne Gösterisi

Üzerinde yaşadığımız evren kadar büyük müziğin kendisi. Güneş’in etrafında dans eden dünya gibi diri ahenkli gölgesi. Müzik, tıpkı dünyanın 7 katmanı gibi 7 notası ile büyüledi bizi. 7 deyip geçmemek lazım. O, Tanrının sayısı, sonsuzluğun ifadesi. Tanrı uzayı yarattı, galaksileri yarattı ve ardından bizim nefes aldığımız şu anki yaşamımızı sürdürdüğümüz dünyamızı yarattı. İşte o anda dünya ile birlikte müzik de vardı. Duyma eşimizle bunu algılayamasak da dünya uzayda dönerken ses çıkarmakta.


Kadim Türklerde Kam’lık

Tarih boyunca İnsan tabiatı gereği hep bir şeylere inanma ihtiyacı duymuştur ve bu inanç gereği de kendini gören gözeten bir varlık olduğuna inanmıştır. Bu doğrultuda; insanlık kimi zaman Ay’a, Güneş’e inandı kimi zaman da suya, ateşe, gök gürültüsüne inandı. Öyle görülüyor ki günümüzde doğanın kıymetinin farkında olamasak da geçmişte tinimize kodlanan inanç bizi hep doğaya götürmüştür. Yani tarih boyunca hep doğanın bir evladıydık ve kendimizi onun bir parçası olarak konumlandırdık.


Evren’in Yasaları

Sonu olmayan uzay ve bu sonsuzluğun içinde çığır açan, (açacak olan) insan. Bu yazın sana. Gerçek evini biliyor musun? Evren nerede ve sen evrenin neresindesin?


Millet Mektepleri

“Eğitim, kültür ve bilgi aydınlığa açılan en geniş penceredir.” Mustafa Kemal ATATÜRK


Milletin Kalbi Diyarbakır’da

Vefatının üstünden tam 97 yıl geçti bugün. Tabi ki kuşkumuz yok, asırlar geçse de Diyarbakır’da doğup büyüyen o düşüncelerin ruhu, hep diri kalacak Türk milletinin kalbinde.


Ulus ve Aile

Günümüzde ulusçuluk anlayışı yok edilmeye çalışılıyor.


Yakılan İnsanlık Tarihi -2

M.S. 6 yüzyılda Bağdat Kütüphanesi yakılmış ve Ortadoğu’nun tarihi yok edilmiştir.


Yakılan İnsanlık Tarihi -1

Geçmişten bize haber taşıyan birçok bilgi artık yok. Türkiye’de düşük kitap okuma oranlarına baktığımızda bizim yaşamımız için çok büyük bir önemi yok gibi dursa da kitaplar bir medeniyetin aydınlatıcı yüzüdür. Günümüz teknoloji çağında bilgiler artık internetlerde uçuşsa da doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırmak çok da mümkün olmayabilir. Bu nedenle bir medeniyetin en büyük bilgi hazinesi hiç şüphesiz kütüphaneleridir. Geçmişi yaktıklarını sanarak aslında geleceği yakan bir takım insani varlıklar toplulukları yok etmek uğruna medeniyetleri yok etmişlerdir.


KUT’lu Olsun!

Türkiye Cumhuriyetimizin kuruluşu öncesinde, Osmanlı’nın son evrelerinde, yeni bir Türk Cumhuriyeti’nin kurulması kaçınılmaz bir hal almıştı. Yozlaşan bir devlet dönemin şartlarına yenik düşüp ya yıkılmaya mahkumdur, ya da düştüğü yerden ayağa kalkmak uğruna sıfıra sıfır kaldığı bir durumda elinden gelen her şeyin fazlasını gerçekleştiren, canını hiçe sayandır. Çünkü “vatan kavramı” daha büyük bir can barındırır içinde.


Hierapolis Antik Kenti ve Cehennem Kapısı

Bugün size UNESCO Dünya Mirası listesinde yerini alan cennet vatanımızın Denizli şehrindeki Hierapolis’i (Holy City’i =Kutsal Kenti) tanıtacağım. Evrensel değerimiz Pamukkale Hierapolis Antik Kenti, Bergama Kralı II. Eumenes tarafından İ.Ö. 2. yüzyılda kurulmuştur. Denizli’nin yaklaşık 18 km kuzeyinde yer alan ve 14 bin m2’lik alan üzerinde olan antik kentin tarihi Helenistik döneme uzanmakta olup günümüze gelen Hierapolis’te maalesef ki Helenistik dönemin izlerine rastlamak pek mümkün değildir.


Çocuğun 100 Dili-1-2

“Bir çocuğun 100 lisani vardır;(ve yüzlerce yüzlerce dahası) ama 99’unu çalıyorlar. Okul ve bu kültür, kafayla vücudu ayırıyor. Onlar çocuğa, elleri olmadan düşünmesini, kafası olmadan yapmasını, zevk almadan anlamasını, sadece yılbaşlarında ve bayramlarda sevip şükretmesini söylüyorlar. Onlar çocuğa, zaten orada olan bir dünyayı keşfetmesini söylüyorlar ve geri kalan 99’unu çalıyorlar.” Loris Malaguzzi.


Atatürk ve Müzik

Atatürk savaşların içinde bombaların, tüfeklerin konuştuğu bir evrede Tanrı’nın biz Türklere gönderdiği dönemin en büyük önderiydi. Bütün bu karmaşıklıklar içerisinde bile devleti kurarken sanatı asla unutmamıştı. En büyük yenilikleri sanat alanında gerçekleştirmiş, mektepler kurmuştu. İnsanın ve insanlığın olgunlaşması için sanata ihtiyacı olduğunu biliyordu. Bir milletin sürekliliği için, o milletin sanatı yaşatması gerektiğini savunuyordu. Bedenimizin içinde mi ruh var? Yoksa ruhumuzun sahip olduğu bir beden mi var? Diye tartışıyoruz ya ve sonucunda ruhumuzun sahip olduğu bir beden var düşüncesi kazanıyor. İşte Atatürk de, “Hayatta musiki lazım değildir. Çünkü hayat musikidir” düşüncesinde bulmuş bu benzerliği. Ne kadar nezih ve ince bir ruh görüyoruz. Atatürk, o kadar çok değer veriyordu ki sanata ve sanatçıya, Cumhuriyetin daha ilk yıllarında Atatürk’ün isteğiyle, Ahmet Adnan Saygun Özsoy Operasını besteleyen kişi olarak tarihe geçmiştir. Türkiye ve İran’ı iki kardeş gibi yorumlayan bu opera Türkiye - İran ilişkilerinde önemli rol almıştır. Bir düşünceyi karşı tarafa en tatlı dille sunmanın en güzel örneği olarak görmüş sanatı. Düşünün bu bir sanatçıya verilmiş, ne kadar büyük ve değerli bir sorumluluk. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında ilk olarak Musiki Muallim Mektebi’ni açtı. Bununla da kalmadı daha geniş düşündü. Ülkede donanımlı sanatçı ve müzisyen yetişmesi adına yurtdışına genç yetenekler gönderdi. Batı müziği bölümleri de açtı. Türk müziğini de batı müziğini de birbirinden ayırmadı, böylece “Türk Beşleri” doğdu. Türk beşlileri ülkemizde Ulusal ve Çağdaş Türk Müziği’nin oluşmasına öncülük ettiler. Özsoy Operası, Onuncu Yıl Marşı, Ellinci Yıl Marşı gibi önemli eserler oluştu. Atatürk sanatçıya her zaman değer veriyordu, sanatçı da aynı özveriyle ülkesine değer veriyordu. Maalesef günümüzde gerçek sanatçılar gerekli değeri ve devlet desteğini bulamamaktadırlar. Medyada da yer alamadıkları için halk kültürü de eksik kalmakta. Bir başka kritik sorun da ilkokul yaşlarındaki çocuklara gereken klasik müzik kültürünü veremiyoruz. İleri yaşlarda da çocukta sağlıklı müzik kültürü oluşmamış oluyor. Bizim görevimiz hem vatandaş olarak hem devlet büyükleri olarak Atatürk’ün bizim önümüzü açtığı yola girmemiz o güvenli yoldan yürümemizdir. Bu bir tercih değil zaruri bir ihtiyaç. Ne demiş Atatürk: “Uygarlık doruğunun merdiveni sanattır.” Sanata ve sanatçıya değer veren Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyetimizde bugünümüz nasıl? Daha genç Cumhuriyette uygarlık merdivenini tırmanmak adına emek veren bir toplumken Günümüzde 400 liraya bile muhtaç kalmış müzisyenlerin elektrik, su, doğalgaz faturalarını ödeyebilmek için Ahbap derneğine başvurduğu bir dönemdeyiz. Kademeli normalleşme için gelen son açıklamanın ardından yine açılmayan müzik sektörünün çalışanlarının, enstrümanlarının tellerini kopardığı bir evredeyiz. Bazı açıklamalara göre, pandemi sürecinde intihar eden müzisyenlerin sayısının 100’ü geçtiği bir vahametin içinde kavruluyoruz. Önümüz dipsiz bir kuyu ve biz suyu bulmak gün yüzüne çıkartabilmek için her geçen gün daha da aşağı inmek durumunda kalanlar gibiyiz. Atatürk yaşasaydı, sanatçı bu kadar mahrum kalır mıydı kendisini güvende hissettiği dünyasından? “Bir millet sanattan ve sanatkardan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur.” demiş Başbuğ Atatürk. Geçmişte ülkemiz bu düşünceler üzerine kurulmuş. Şimdi ise yağmurun yağmayı unuttuğu dünyada tek tek solan çiçekler kümesi gibiyiz. Topal kaldık, çolak kaldık, alil kaldık. Günümüzde en çok müzisyenler unutulduğu için yazımda daha çok bu konu üstünde durdum. Yoksa her sanatçı farklı bir evren. Her evren bambaşka bir değer. Atatürk sanatın her türünü asla birbirinden üstün görmeden ve ayırt etmeden önem vermiş büyük bir liderdir. Atatürk fırsat buldukça sinemaya giden, öz kaynaklara dayalı operaların bestelenmesini teşvik eden, dans etmeyi seven, tiyatrolar açan, ressama önem veren, heykel sanatına önem veren, halk kültürünün gelişmesi adına folklor için çalışmalar yapılmasını destekleyen bir önderdi. Kelimelerin birbiri ile ahenk içinde birleşmesinden doğan sanat yani edebiyat da onun için çok önemliydi. Kendisinin de kaleme aldığı şiirleri vardı. Onun için sanat güzelliğin ifadesiydi. “Bu ifade söz ile olursa şiir, nağme ile olursa musiki, nakış ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık, bina ile olursa mimarlık… olurdu. Atatürk için hem sanat önemliydi hem de sanatçı. Atatürk’ün “Sanatçı, esaslı kültür sahibi olmalı ve tarihi iyi bilmelidir” sözü de değerli sanatçılarımıza emanet ettiği görev ve sorumluluktur. Sanatçı kendine özgü düşüncesini bazen göze bazen kulağa hitap ederek bütününde doğan eseri karşı tarafın ruhuna yansıtan kişidir. Bunun için topluma hitap etmeyi bilen, kültürüne tarihine sahip çıkan donanımlı bir birey ve toplum için iyi bir öğretmen olmalıdır. Çünkü Başbuğ Atatürk’ün dediği gibi;


Müzeler Haftası

Geçmişe gidemeyiz ama o dönemi yaşıyorcasına geçmişin izlerini ruhumuzda hissedebiliriz. Elbette ki bunum bir yöntemi de müzeleri gezmekle mümkün. Biliyoruz ki bir çok medeniyete ev sahipliği yapan İzmir, Arkeolojik tarihi açısından Türkiye’nin (ve hatta Efes’le dünyanın) kıymetli göz bebeğidir. 18 -24 Mayıs Müzeler haftasına ithafen sizinle İzmir’in değerli müzelerinden olan ve birbirine yakın bölgede konumlanan 7 müzeyi paylaşmak istedim.


Tuva Türkleri

Bugün 3 Mayıs Türkçülük Günü olduğu için içimizden çok bilmediğimiz bir Türk halkından ve biraz da kendine özgü müzik geleneklerinden bahsetmek istedim sizlere. Konumuz Tuva Türkleri ve Tuva Türkleri’nin Gırtlak müziği yani höömey geleneği.


Erken Yaşta Eğitimin Önemi

Geleceğimiz için ne yapıyoruz, diye düşünüyorum. Aklımda bomboş bir sayfa ve onu dolduramıyorum. Geleceğimiz kelimesinden sonra bir çoğumuzun kendini düşündüğüne eminim. Halbuki ilk bu düşüncenin değişmesi lazım ülkemizde. Evet benim kastım, 23 Nisan’a yaklaşırken; yarınımızın mühendisleri, doktorları, öğretmenleri ve belki de cumhurbaşkanları olan bugünün çocukları (ve hatta bebekleri). O halde aklımdaki boş sayfayı ülkemiz adına ben tek başıma dolduramam ama sizlerle birlikte doldurabiliriz.


Pandemi Stresiyle Baş Etme Yolu

Dünyayı kasıp kavuran Covid -19 tehlikesinde bir yılı arkamızda bıraktık. Bu tehlike hala an be an devam ederken biz neler kaybettik? Beden sağlığımızı kaybettik, ekonomik durumumuz zayıfladı, eğitim sistemimiz çöktü..vs.


Kadının Yeri

“Bir toplum, bir millet erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki, bir toplumun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça, diğer kısmı göklere yükselebilsin!” M.K.ATATÜRK

Türk kadını tarih boyunca kurulan Türk beyliklerinde/devletlerinde erkeğin yanında birlikte ve hatta bazen de önünde yer aldı.

Atatürk Türk kadınının tarihteki yerini biliyordu. Bu nedenle kurduğu Türkiye Cumhuriyet’inde hür düşünceli insanlar yetiştirmek ve özümüze dönmek için çok çaba sarf etti. Yeni devletimiz Türkiye Cumhuriyetimizin kadını da erkeği de hür olmalıydı, her alanda eşit söz sahibi olmalıydı. Ve Cumhuriyetle birlikte insanlar eşit hakka kavuştu, artık bir padişah torunu olmaya hiç gerek yoktu. Ama en önemlisi de kadınlar da hak ettiği mertebeye gelmişti. Sosyal hayatın içinde artık kadınlar da vardı. İster siyaset hayatı olsun, ister eğitim hayatı, isterse de iş hayatı kadınlar da tıpkı erkekler gibi söz hakkına sahipti. İlk olarak 3 Mart 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kadın ve erkek eğitiminde eşitlik sağlandı. Sonra 1926’da yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu ile bu eşitlik taçlandırıldı. Kadınlar mahkemede tanıklık yapabilecekti, miras hakkından yararlanabilecekti. Bunların yanı sıra resmi nikah ve tek eşlilik de benimsenmişti. Kadın hür ve özgür iradesiyle boşanma hakkına da sahipti. Kadınlara ilk kez 1930 yılında belediye başkanı seçme ve seçilme hakkı tanındı.


Da VİNCİ’nin SIRLARI

Leonardo Da Vinci’yi birçoğumuz ressam olarak tanıyoruz. Ama o aslında hem ressam hem müzisyen hem mühendis hem matematikçi hem anatomist... Kısaca o bir dahi. Bizi peşinden sürükleyen hala eserlerindeki gizemi tam olarak çözemediğimiz bir dahi. Bazen insan kendisini anlatmak ister ve bunu eserlerine yansıtır ama bir yandan da anlaşılmak istemez. Kendi dilinde haykırışları vardır onun, bizim o haykırışlara erişemediğimiz. İşte Leonardo tam da öyle bir insandı. O anlattı. Ama biz anlayamadık. Bugün onu tanıyalım istedim. Mutlaka genç neslimizde Da Vinci ve onun gibi nice dahilerimizi çözmek isteyenlerimiz olacaktır.


İnsanların evi Dünya; Ama evimiz Dünya’da tehlikedeyiz!

Doğa bize bu dünyada bir yaşam daha sundu. Gözlerimizi kapatır bize dayatılan yaşam için topluluğun peşinden gidersek sürüye katılır ve kurban oluruz. Yaşam için bilinç gerek. Yeni neslin; ahlak anlayışını yıkmasının sebebi olan, aile anlayışının parçalamasının nedeni olan TOK mudur TİK midir gibi uygulamalarla zekamızla alay edilmesine izin verdiğimiz sürece bu bilinç gerçekleşmez. Bunu bir tarafa bırakıyorum, okuyanlara benim bu yazım. Çünkü diğerleri zaten okuyup öğrenmeyi değil videolar çekip kendilerini rezil etmeyi tercih edecekler. Neyse efendim sözüm zaten meclisten dışarı. Doğanın bize sunduğu yaşam diye başladık ve onu kendi çabamızla kirlettik. Şimdi ise sorumluluk alıp tekrar düzeltme vakti. Sizi, yaşanılabilir bir dünya için mücadeleye davet ediyorum. Bugünkü konumuz CO2 (karbondioksit) ayak izimiz. CO2 ayak izinin tanımı için genel olarak CO2 ve sera gazlarının toplamına verilen ad diyelim. Bu konu önemli çünkü bozduğumuz ekolojik dengenin affı yok. Anlaşılması için tek tek gidelim ve ilk olarak karbon salınımını baz alalım. Türkiye karbon salınımında (2019 verilerine göre) 0.43 milyar tonla dünyada 15. sırada yerini alıyor. Düşünsenize ülkemizde kişi başı karbon salınımı 5.2 ton. Ne kadar fazla. Dünya zirvesinde ise yıllık karbon salınımında 10.1 milyar tonla Çin, ardından 5.4 milyar tonla ABD ve sonra 2.7 milyar tonla Hindistan geliyor. Sonra Rusya, Japonya vs... Görüyorsunuz değil mi, yaşarken istemsizce tüketiyoruz dünyamızı ve bunu milletçe yapmıyoruz tüm insanlık olarak yapıyoruz. Bu olay dünyadaki tüm fertleri etkilese de her koyun kendi bacağından asılır düşüncesiyle önce kendi ülkemizin hava sahasını temizlemek için uğraşmalıyız. Bunun için de kullandığımız CO2 miktarlarını azaltmamız gerekiyor. CO2 fosil yakıtların yakılması sonucu oluşan bir gazdır. Bu gazın yarısı atmosferde kalır ve hava olayları yardımıyla çok hızlı bir şekilde bütün dünyada yayılır. Biz değil ama doğa mücadele içinde. Yaratıcı öyle güzel bir sistem kurmuş ki ilkbahar ve yaz aylarında bitkiler CO2’i fotosentez yapmak için emiyor ve böylelikle atmosferdeki CO2 miktarının bir kısmı kayboluyor. Ve doğa, kendini temizlemeye çalışıyor. Bu güzel bir haber ancak bizim ülkemizde (ve genel olarak ülkelerde) yaz aylarında yangın eksik olmuyor malum. Bu yangınlarla da CO (karbonmonoksit) gazı açığa çıkıyor ve atmosfere karışıyor. Yani ne yapmalıyız? Bol bol ağaçlandırma yapmalı ve bu yeşil alanlarımıza sahip çıkmalıyız ki CO2 fotosentezle emilsin, CO gazı açığa çıkmasın. Çünkü atmosferdeki bu zararlı gazlar arttığında küresel ısınma artıyor, iklim değişiyor, buzullar eriyor, insanlar oksijensiz kalıyor ve sağlıklı bir yaşam mümkün olmuyor. Ayrıca kendi çabamızla küresel ısınmaya dur demek için evlerimizde tasarruflu led ampuller kullanabiliriz, yenilenebilir enerjiden faydalanabiliriz, tarım arazilerimizi arttırabiliriz, evin içine ısı yalıtımı ve binaların dış cephelerine kaplama yaptırabiliriz ki daha az ısıtıcı ve böylelikle daha az enerjiye ihtiyacımız olsun. Bunları yapabiliriz çünkü atmosferdeki sera gazlarının yüzde 30’u bina kaynaklı. (Sera etkisine neden olan gazları; su buharı, CO2, CH4, O3 diye özetleyebiliriz). Öte yandan bunların dışında araç kullanımının azaltılması da bu konuda önemli bir adım olacaktır. Çünkü ülkemizde sadece yüzde 20’lik oranda bile daha fazla bisiklet kullanımı yaygınlaşsa bu durum sonucu atmosfere 3 milyon ton daha az karbon salınımı bırakmış olacağız. En azından yaz ayları için denenebilir. Hem spor olur hem de sağlığımız için geleceğimize yaptığımız yatırım. Bunun dışında 2025 yılında elektrikli arabalar devrinin açılacağı öngörülüyor. Baktığımızda güzel bir proje. Ancak kullanılacak elektrik enerjisi kömürden üretilirse eğer bu projenin bir anlamı olmaz. Yenilenebilir enerji kullanılmalı. Mesela rüzgar enerjisi. Rüzgar enerjisi ülkemizde maalesef henüz görmesi gereken ilgiyi yeterince göremiyor. Fakat farkına varmamız gereken bir şey var ki o da bu konuda potansiyelimiz çok yüksek. DEWİ’nin (Almanya Rüzgar Enerjisi Enstitüsü’nün) verileri doğrultusunda söyleyebiliriz ki ülkemizin rüzgar potansiyeli İspanya’nınkine eş ve İspanya’da Avrupa ülkeleri arasında Almanya’dan sonra ikinci sırada yerini almakta. Ayrıca İspanya’nın birincil elektrik üretim kaynağı da rüzgar enerjisi.


Selçuk- Keçi Kalesi

Ülkemiz için, “Verme, dünyaları alsan da, cennet vatanı” demiş Mehmet Akif. Ne güzel söylemiş. Biz sahip olduğumuz bu cennet vatanı tanımıyoruz, hiç öyle bakmayın, gerçekten tanımıyoruz. Gözle görebildiklerimiz var, bir de toprağın altında saklanan bir cennet. Elimizde olana, görebildiğimize bile yeterince sahip çıkamıyoruz gibi geliyor bazen bana. Ama bu durum geçici, eminim. Tanrı kutsadığı ırkımızı her daim koruyor çünkü...


21 Aralık

Bugün en uzun geceyi yaşayacağımız özel bir gün. Geçmişte biz Türkler İslamiyet öncesinde ve kadim zamanlarımızda yeni yılı 21 Aralık gecesi 22 Aralık’a girerken kutluyorduk, Nardugan olarak adlandırdığımız bu bayramla. Gündüz geceye galip geliyor ve karanlığı yeniyordu. Coğrafi açıdan önemini ilk cümlede belirttim, Kuzey Kutup bölgesinde yaşayan insanlar yani bizler için, yıl içindeki yaşadığımız en uzun geceyi yaşayacağız bugün. Ama bir önceki yıllardan biraz daha farklı olacak bu sefer. Çünkü sadece yeni yıla adım atmıyoruz bu yıl. Bilimin, aklın ve sevginin egemen olacağı yeni bir çağa adım atıyoruz. Bu uzun gecenin sonunda BALIK çağından çıkıp KOVA çağına adım atacağımız yeni bir başlangıcın günü bugün. Yaşadığımız çağın son günü...


Çağlar Boyunca Türk Kadını-2

Türk Tarihi boyunca gerek sosyal, siyasi gerek kültürel hayatta gerek savaşlarda milli kimliği ile hep ön planda yerini almıştır Türk kadını. Orta Asya Türk Devletlerinde, Törenlerde ve şölenlerde kadın daima Kağan’ın yanında oturur, idari ve siyasi alanlarda tıpkı Kağan gibi görüşlerini sunardı. Kağan’ın buyrukları; “Kağan buyuruyor ki” diye başlamışsa eğer, asla kabul edilmemekteydi. Kabul edilmesi için “Kağan ve Hatun buyuruyor ki” diye başlamalıydı. İskitlerde, Hunlarda, Göktürklerde, Uygurlarda, emirlere Kağan ve Hatun ortaklaşa imza atardı. Orhun Kitabelerinde belirtildiği üzere Kağan’ın kararına Hatun katılmaz ise bu karar, asla geçerli sayılmazdı. Arap gezgini İbn Battuta, “Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türklerin kadınlarına gösterdiği hürmet. Burada kadınların kıymet derecesi, erkeklerinden daha üstündür” demiştir. Türk kadınına duyulan saygının bir diğer örneği de Altay dağlarının en yüksek tepesine “Kadınbaşı” ismi verilmiş olmasıdır. Milli kimliği ile hep ön planda yer alan Türk kadını ve Türk erkeğinin kadınına gösterdiği değere bir diğer örnek; Büyük Hun İmparatoru ile Çin arasındaki ilk barış antlaşmasını Metehan’ın Hatununun imzalamış olmasıdır. Buraya kadar Türk kadınını anlattım. Şimdi bu dönem içerisindeki “kadın” kavramını daha geniş çapta ele alalım. Yakut Türklerinde kadının miras hakkı vardı çünkü kadın erkek eşitti, birbirini tamamlayan iki birey olarak kabul ediliyordu. Araplarda cahiliye devri yaşanıyor kız çocukları diri diri sine gömülüyordu, çünkü uğursuz olarak nitelendirilmişlerdi. İngiltere’de kadınların İncil okuması dinlerini öğrenmesi dahi yasaktı (Hanry dönemine kadar). Budizm’in kurucusu olan Buda, kendi dinine kadınları almamıştı. Türk kadınları istediği dini inanışı yaşamakta özgürdü. Çin’de boşanma hakkına sadece erkekler sahipti oysa Türklerde, her alanda eşitlik olduğu gibi bu konuda da hürdüler. Hint anlayışına göre dul kalan kadınlar yakılarak öldürülüyordu. Nedeni ise içler acısı; kadınların ölen kocalarının öbür tarafta sevgiye ihtiyaçları varmış, yalnız kalmamalıymışlar. Anlayacağımız üzere Türkler haricindeki bütün milletlerde, hep erkek hegemonyası üzerine kurulu bir düzen vardı. Türkler adildi, eşitti, moderndi. Her şeyden önce kadın-erkek fark etmeksizin “insanlık” vardı. Türkler, cinsiyet kavramıyla değil fikir ve düşünceleriyle egemendiler. Kadın da geçerdi devletin ya da toplumun başına, erkek de. Tabi sonra bir takım sebeplerden dolayı etkileşimler oldu. En büyük etkileşim savaşla gelir biliyorsunuz. Kurulan devletler büyüdü, savaşlar daha geniş coğrafyaya yayıldı. Biz Türklerde kadının toplum içindeki statüsü farklı yönde değişti. Ata binen, ok atan bir nesilden, eve kapanan bir topluma evrildik. Ne zaman başkalaştık, işte o zaman geriledik, hasta adam olduk ve yıkıldık. Biraz Osmanlı Devleti’nden örnek verelim. Avrupa’da sanayi devrimi başlamıştı, bu süreç içerisinde yeniliklere ayak uyduramayan Osmanlı ne yazık ki günden güne güç kaybetmekteydi. Dönemin padişahı II. Mahmud, “kadının mevcut konumunu” geri kalmışlığın simgesi olarak nitelendirdi. Bunun sonucu, Modern kız okulları açılmaya başlandı. 1868 yılında Kamu Eğitimi Kanunu ile 6-11 yaşlarındaki kız çocuklarının ilkokul eğitimi almasına karar verdi. Daha sonra 1876 yılında ise bu eğitimi Kanun-i Esasi ile zorunlu kıldı. II. Mahmut’un başlattığı ıslahatları en son K. Atatürk tamamladı. “Türk kadını sen omuzlar üstünde göklere yükselmeye layıksın” diyen Atatürk; 1926 yılında, Türk Medeni Kanunu’nun kabulünü sağlayarak ileri düzeyde medeni haklar tanıdı, Türk kadınına. Ardından 1930’da belediye seçimlerinde gördük Türk kadınımızı, 1933’de muhtarlık seçimlerinde. 5 Aralık 1934 tarihinde ise kadınlara seçme-seçilme hakkı verildi Genç ve hür Türkiye’mizde.


Çağlar Boyunca Türk Kadını - 1

Tanrının armağanı sonucu kendi bedeninde bir ruhu olgunlaştırıp o tinin, bedenine kavuşmasını sağlayan kadın, soyun ve evrenin devamlılığında rol oynayan bir bütünün en büyük parçasıdır.


Antarktika- 3

“...Kristal kente giriyorum... Sizin buraya girmenize izin verdik çünkü siz dünyanın yüzeyinde tanınan asil birisiniz.” Dünyanın yüzeyi mi? diyor ve soluğumu tutuyorum. Gülümsüyor ve “Evet, şu anda İç Dünya’nın Arianni bölgesindesiniz. Sizi görevinizden fazla alıkoymayacağım, güvenle yüzeye geri döneceksiniz. Ama şimdi Amiral sizi neden buraya çağırdığımızı söyleyeceğim. Irkınızın Japonya’da Hiroshima ve Nagasaki’de patlattığı ilk atom bombalarıyla çok ilgiliyiz. Bu nedenle alarma geçtik ve uçan araçlarımızı yolladık, biz bunlara ‘Flugelrad’ diyoruz. Sizi gözlüyorlar ve ırkınızın yüzeyde ne yaptığını araştırıyorlar.
Bütün bunlar geçmişte kaldı Amiral ama biz devam etmek zorundayız. Irkınızın savaşlarına ve barbarlığına daha önce hiç karışmadık ama şimdi durum farklı. İnsanlık için uygun olmayan doğal bir gücü yani atomik enerjiyi öğrendiniz. Özel görevlilerimiz dünyanızdaki güçlere mesajlar veriyorlar ama henüz bir tepki vermediler.
Şimdi sizi dünyamızın varlığını gören bir tanık olarak seçtik. Irkınızdan binlerce yıl daha eski olan kültürümüzü, bilimimizi göreceksiniz Amiral.”... Metnin uzun halini Amiral Byrd Antarktika yazarsanız internette bulacaksınız. Sonuca gelmek istiyorum.”11 Mart 1947’de Pentagon’da bir toplantıda hazır bulundum. Olanları anlattım, keşfimi açıkladım ve üstadın mesajını aktardım. Her şey gereğince kaydedildi. Başkan’a bilgi aktarıldı Ama geciktirildiğimi veya alıkonduğumu hissediyorum. Yüksek