Sayfa Yükleniyor...
Üzerinde yaşadığımız evren kadar büyük müziğin kendisi. Güneş’in etrafında dans eden dünya gibi diri ahenkli gölgesi. Müzik, tıpkı dünyanın 7 katmanı gibi 7 notası ile büyüledi bizi. 7 deyip geçmemek lazım. O, Tanrının sayısı, sonsuzluğun ifadesi. Tanrı uzayı yarattı, galaksileri yarattı ve ardından bizim nefes aldığımız şu anki yaşamımızı sürdürdüğümüz dünyamızı yarattı. İşte o anda dünya ile birlikte müzik de vardı. Duyma eşimizle bunu algılayamasak da dünya uzayda dönerken ses çıkarmakta.
***
Ardından Tanrı doğayı yarattı. Evrende olduğu gibi doğada da hareket vardı. Hareketin olduğu her yerde canlılık emaresi vardı. Düzenli ve ritmik hareketin olduğu her yerde de dans vardı. Çünkü ta en başından dünyada uyum varsa müzik ve dans da vardır. Peki, biz dünya üzerinde hep var olan müziğin farkına ne zaman vardık? Rüzgarda sallanan ağaçların yapraklarından çıkan hışırtıyı işittik. O sesle bir sonbaharın soğukluğu dokundu adeta yüreğimize. Ardından mevsimler geçti, ağacın dallarını kendine yurt yapan kuşların şarkısını dinledik, güneş gibi saran sıcaklığında hissettik duygularımızı. Sonra biz de onlar gibi yaşamak istedik. İnsan, doğanın bir parçasıydı çünkü. Ama bu bize yetmedi. Doğanın parçası değil doğanın ta kendisi olmak istedik. Kuşun söylediği şarkı olduk, ağacın yapraklarından çıkan hışırtı olduk. Doğada hazır bulduğumuz sesleri taklit ettik.
***
Bize doğanın melodisi ve armonisi lazımdı tinimizi doyurmamız için. Onu aldık, besledik. İnsan büyüdü, gelişti. Taklitlere kendinden kopan parçaları yerleştirdi, yeni ezgiler oluştu. Sonra doğanın kendisi olmak isteyen insan, zaten doğa olduğunu anladı. Kuşlar gibi şakıdı ama bu sefer sadece kendine ait olan yeni üretimi ile şakıdı. Önce müziğin ahengi ile sarhoş olup bedenini kullanmayı öğrendi. Ellerini ve ayaklarını kullanarak da sese vardığını gördü. Sonra doğada bulduğu nesneleri kattı bu sevdasına, böylece müzik araçları üretti. Bu araçlar sayesinde yeni ürettiği seslerle anlattı duygu ve düşüncelerini. Kimi zaman ritmik hareket etti kimi zaman yoruldu durdu. Kimi zaman kendi varlığını kanıtlamak istedi konuştu kimi zaman da susarak ben buradayım, dedi. Bütün bu eylemlerinde ezgi ve armoni vardı. İçinde yaşadığı bu sanat müzikti.
***
Sonra kendi tininden, kendisine tin veren Tanrı’ya döndü yüzünü. Ona olan kalpten bağlılığını geleneksel tören olan ritüelle kutladı. Kam, Tanrı için vurduğu davuluna. Türk müziğinin ilk örnekleri doğada yankılandı ahenk içinde. Sese dokunmak mümkün müydü? O, kutsal kelimeleri ile renklenen sese dokundu. Davuluna, kalbinin atmasını sağlayan ritmi verdi. Düzen vardı, çünkü müzik vardı. Aktarım yapılmak istenen duygu ve düşünceler gelişti, yeni müzik eserleri çoğaldı. Oysa her şey bir merak uğruna taklitle başlamıştı. Damlaya damlaya birikti göldeki su tanecikleri, evrene can suyu oldu. Artık taklit değil insanın yaratımı vardı.
***
Tabiattaki müziği yoktan var etmedik, onu oraya Tanrı yerleştirmişti. Biz onu aldık, geliştirdik, yeni eserler üreterek doğayı taçlandırdık. Daha sonra biriken üretim, kültürümüz oldu. Türk’e ait oldu, türkü oldu. Bazen ağıt tadında yaşadık hayatımızı, bazen senfonik eser gibi coştuk neşelenerek. Müzik hayatın kendisi oldu. Kam davulunun tok sesi gibi cesur, Mevlana’nın neyinin tınısı gibi huzur verici, Dedem Korkut’un bağlamasının Türk’e ait olduğu gibi kutsaldı müzik. Kulaklarımızda bu aletlerle işittik börünün ulumasını. İnsanın kimyasını değiştiren ilaç gibiydi müzik. Oluşumunda havanın bir nesneye çarpması sonucu oluşan basit bir fiziki olay gibi gözükse de insanın dimağında iz bıraktı.