Sayfa Yükleniyor...
Geleceğimiz için ne yapıyoruz, diye düşünüyorum. Aklımda bomboş bir sayfa ve onu dolduramıyorum. Geleceğimiz kelimesinden sonra bir çoğumuzun kendini düşündüğüne eminim. Halbuki ilk bu düşüncenin değişmesi lazım ülkemizde. Evet benim kastım, 23 Nisan’a yaklaşırken; yarınımızın mühendisleri, doktorları, öğretmenleri ve belki de cumhurbaşkanları olan bugünün çocukları (ve hatta bebekleri). O halde aklımdaki boş sayfayı ülkemiz adına ben tek başıma dolduramam ama sizlerle birlikte doldurabiliriz.
***
Bebeğin yaşamını sürdürebilmesinde en etkili şey hiç şüphesiz sevgidir. Kanada’da ne yapmışlar; çocuk yurtlarıyla huzur evlerini birleştirmişler ki karşılıklı sevgi ihtiyaçlarını gidersinler. Sonrasında ise bazı temel bileşenler girer devreye. Annesinin gülümsemesinde kendini bulur çocuk, kollarında sıcaklığını hisseder. Sonra, o küçücük kalbinde güven duygusu parıldar. Annesinin gülümsemesini alır taklit eder, annesinin sesini duyar ve a,e, agu gibi ağzından kolayca çıkan sesli harflerle ve sonrasında hecelerle ona küçük cevaplar verir. Bu onun, birey olmak adına verdiği ilk içsel ve duygusal tepkisidir. O çok farklıdır. Kendisinden öncekine veya sonrakine benzemez asla. Bir köşede eşsizliğinin keşfedilmesini bekler. Gözlerini yeni açtığı dünyayı, tanımlamaya çalışır. Çıkardığı minik seslerle ben buradayım, der. Varlığını kabul ettirmek ister. Sonra biraz büyüdüğünde hareket edebildiğinin de farkına varır. Çıkardığı sesler ve yaptığı hareketlerle (müzik ve dans) kendi dünyasının büyük sanatçısı olmuştur artık. Sonra hareket ederek ulaşabildiği her bir nesneye dokunur ve ona kendi dünyasında bir anlam katar. O artık kendi dünyasının minik mucididir. Sonra ailesine (çevresine) döner yüzünü, onları izler gizliden gizliye. Şimdi gördüklerini, ileride biraz daha bağımsız olduğunda uygulayabilmek için beynine kodlar. Küçük dünyasının gizemli dedektifi de olmuştur artık. Bütün bunlar gerçekleşirken onu saran sevgiyle kendi güvenlik çemberini oluşturmuş ve geliştirdiği aidiyet duygusuyla dünyanın da bir parçası olduğunu keşfetmiştir. Ve bebek (erken çocuk) büyür. 0-4 yaş arasında zihinsel gelişiminin yüzde 50’sini tamamlamıştır, 4-8 yaş arasında da yüzde30’unu. Geriye kalan yüzde 20’lik dilimi ise 8-17 yaş arasında tamamlayacaktır. Evet bu kadarız. 17 yaşında neysek şimdi de o’yuz. Tabi ki bu yaştan sonra edindiğimiz çevre, okuduğumuz kitaplarla düşüncelerimiz gelişecek ve değişecektir. Ancak zihnimiz gelişsel evresini tamamlamıştır.
***
Buraya kadar aldık alacağımızı. Şimdi gelelim; ülkemizde durum ne, dünyada durum ne? İngiltere’de zorunlu eğitim yaşı 5. Öncesi için de yarı zamanlı eğitimler veriliyor. Yeni Zellanda’da 2-5 yaş arasındaki çocuklar ana okulu eğitimi alıyor. Bizde de kreşler var dediğinizi duyar gibiyim. Ama onların okul öncesinde eğitime katılma oranları yüzde93, bizde ise kreş lüks. Japonya’da da eğitim erken çocukluk evresinde başlıyor (erken çocukluk dönemi 0-6 yaşı kapsar). Ve bu programı Sağlık Bakanlığı yürütüyor. Ama her şeyi geçtim bir ülke var ki eğitim “hayat boyu” sürüyor. İşte o ülke Finlandiya. Finlandiya’da da zorunlu eğitim yaşı 7 olmasına rağmen ailelerin de bu konuda ciddi bir çabası var. İnsanlar yaşam boyu eğitim felsefesi ile yetişiyorlar. Bizde nasıl? Çocuğu kreşe göndereyim bir kaç saat oyalansın bende evde rahat edeyim. Eğitmen düşüncesi değil bakıcı düşüncesi var. İşte bu nedenle arada çok farklı bir zihniyet var.
***
Bu durum genç cumhuriyet döneminde böyle değildi elbette. Atatürk eğitime ciddi biçimde önem veriyordu. Ve 20. yüzyılın en seçkin eğitim kuramcısı ve filozoflarından olan John Dewey’i Türkiye’ye davet etti. Dewey; yaşayarak ve deneyimleyerek öğrenme taraftarıydı. Yaşamlarına almaları gereken bilgileri çocuklar kendileri keşfetmeliydi. Dewey’in hazırladığı raporlar sonucu da ülkemizde köy enstitüleri kuruldu. Ardından ne oldu? Halk bilinçlenince toprak ağaları bu durumdan hoşnut olmadı. Toprak ağaları ile hükümet arasındaki ayrışma da iktidarın işine gelmeyecekti. Dönemin iktidarlarının, burada yetişen çocuklar bize oy vermez düşüncesi de vardı. Bu nedenle iktidar hem yeni nesilden hem toprak ağalarından oy kaybetmeyi göze alamadı, köy enstitülerini kapattı. Sonrasında gelen nesil, her geçen gün eğitimde kan kaybetti. Şu anda, son çırpınışlarımızdayız.
Neyse bunlar geçmişte kaldı, bir tarafa bırakalım. Günümüze bakalım, ülkemizde ciddi bir eğitim yoksulluğu var. Bunu görmemek için kör olmak lazım derler ya, işte şimdi tam o evredeyiz. Acilen Finlandiya gibi Singapur gibi eğitimde öncü ülkelerin eğitim felsefelerinin incelenip bu konuda bir çözüm yoluna gidilmesi lazım. Çünkü her yıl sınav isimlerini değiştirerek ülkemizdeki eğitimin çöküşünün önüne geçilmiş olunmuyor maalesef. Kökten çözüm lazım. Ve geleceğimizi gerçekten kurtarmak istiyorsak; eğitim aile ile iş birliği içinde 0 (sıfır) yaşa inmeli. Gerekirse yeni öğretim teknikleriyle haftada 1 gün bir kaç saat olsun ama öz olsun. Devlet kontrolünde, fırsat eşitliği çerçevesinde olsun.
***
Ne yaptın abartma diyeceksiniz sanırım. Eğitim demek 1 yaşındaki çocuğa küçük yaşta toplama çıkarma öğreteyim, okuma yazma öğreteyim değildir. Yani yaşına göre erken bilgi yüklemesi yapmak hiç değildir. O zaman eğitim nedir? Kimi zaman doğa sevgisi aşılamaktır, kimi zaman keşfetmesini sağlamaktır. Ve bu yönde olumlu bir kolektif bilinç oluşturmaktır. Bizim artık hangi mevkide hangi makamda olursa olsun oportünist insanlara değil, gerçekten vatanını-milletini geliştirmek için çabalayan, yaşadığı doğanın koruyucusu olan bireylere ihtiyacımız var.
Şimdi önümüzde iki seçenek var, okyanusun dibindeki kum tanesi mi olmak istiyoruz gelecekte bir suyla savrulup giden yoksa ulaşılmak için çabalanan parıltısıyla etrafını heyecanlandıran yıldızlar kümesi mi? Doğru eğitime ulaşabilmek, geleceğin yıldızlarını yetiştirebilmek ümidiyle.