2

Köy Enstitüleri'ne Dönüş Vakti


  • Oluşturulma Tarihi : 25.11.2019 07:04
  • Güncelleme Tarihi :

Kasım ayında devirdiğimiz bu haftalarda, bütünsel bir düşünceye büründüm. Sonra seslendi içimdeki ses; Mutluyken kuşlara şarkı söylettik hep, Ağaçları rüzgarda dans ettirdik ve deniz, kucakladı içimizdeki tini. Peki, soyut kavramlara ithaf ettiğimiz bu mecazlar bizim kalbimizde nerede? Aklımızda nerede, demedim özellikle. Duygu yüklü cümleler aklın işi değildir çünkü. Belki de anlamlandıramadığınız, bu cümleme dokunmak istiyorum şimdi. Evet güzeldir kuşları dinlemek ya da doğayla bütünleşmek. Ama bundan önemlisi, doğanın parçası olabilmek. Yani şarkı söyleyen olabilmek, dans eden olabilmek, hatta kendimize bile sarılabilen olabilmek bazen. Doğanın parçası olabilmek yani hayatın kendisi olabilmek. Bireysellikten çıkıp yaşadığımız toprak uğruna bir şeyler yapabilmek. Geçmişte böyle bir uygulama vardı anımsadığım. Belki denkleştiremeyeceksiniz ama, hayatın bir parçası köy enstitülerindeki gizde saklıydı. Ağaçların yeşili, denizin mavisi, demirin siyahı, kuzuların beyazı ve sanatın sonsuz deseni.. Kısaca evrenin bütün renkleri. Şimdi yaptığım yüzeysel incelemeyle köy enstitülerine değineceğim biraz. İlerde birlikte detaylandırmak dileğiyle.
Bu enstitüler hepimizin çok iyi bildiği gibi, bir kalkınma projesiydi. Köyde yaşayan bir nüfus söz konusuydu. Ve baktığımızda, ekonominin temeli de bu kısımdı aslında. Yetiştiren, bilgili bir nesil bir ülkenin geleceği olabilirdi ancak. O dönemlerde de teknoloji yönünden zayıftık, bilgiye ulaşmak hiç de kolay değildi yani. Ama savaştan çıkmış aç bir toplum vardı memleketine aşık. Yaşayan bilir derler ya, o doğruymuş işte. Bazı şeylerin önemini ancak kaybedince anlıyoruz çünkü. Şimdi ise teknoloji ellerimizin içinde ama bilgiyi edinmek isteyen yok.(Ürün) Yetiştiren hiç yok. Tamamen kaybetmemiz mi gerekiyor her şeyin önemini anlamamız için, yoksa geçmişten çıkarım yapmak daha mı doğru geleceğimiz için?
Fark etmişsinizdir, günümüzde en çok, ben Atatürkçüyüm deyip de Atatürk'ün düşüncelerini anlamak için çaba sarf etmeyenlere, onu hiç okumayanlara kızıyorum. Çünkü konuşmak kolaydır, ama onları kendi içinde de uygulayabilmektir asıl marifet. Bizim her şeyden önce Gökbörü Atatürk'e sözümüz “
“İlim ve iktisat utkumuz” var! Ülkesine ilim ve iktisat kazandırmamış bir genç Atatürkçü olamaz, ya da Atatürk'ü hiç anlayamamıştır özde..
Evet, Atatürk her şeyin başının eğitim olduğunu biliyor ve vurguluyordu. Köy enstitüleri de (1935 yılında) bu konuda atılan büyük bir tohumdu. Milli karakterimiz ve tarihimizle uyumlu bir tohum. Eğitim, (sadece) 2'yle 2'yi toplamayı öğrendiğimiz matematik değildi. Eğitim, cümledeki özneyi bulduğumuz Türkçe değildi. Eğitim her şeydi. Eğitim yaşamdı, yaşanandı. Eğitim bazen sanattı, bazen spor. Eğitim hoşgörüydü. Eğitim, kısaca tek başına da hayatta kalabilmeyi bilmekti. Eğitim tek bireyin oluşturduğu büyük bir toplumdu. Geçmişte tek Türk'ün kurduğu devletti. Yeri gelince topraktı, yeri gelince candı.
Gelelim ders içeriklerine.
*Tarım ve ders çalışmaları vardı. Günümüzde yemeye hasret kaldığımız ya da çok fahiş fiyata market raflarında yerini alan organik sebze meyve üretimi öğretiliyordu. Biliyoruz ki yemek, önemli temel ihtiyaçlarımızdan biri. Şimdi ise verimli tarım arazisi üstünde olan güzel ülkemiz kendi yerli tohumlarını bile üretemiyor. İthal ediyoruz. İçinde ne olduğunu bilmediğimiz GDO’lu ürünleri yavaş yavaş hücrelerimize yerleştiriyoruz. Tüketim, üretime galip geldi. Hem ekonomi savaşını hem de geleceğimizin teminatı sağlık savaşını yavaş yavaş kaybediyoruz. Büyük baş, küçükbaş hayvanların yetiştiriciliği öğretiliyordu. Onlar sağlıklıysa biz de sağlıklıydık. Milletimiz için üretiyorduk. Şimdi ise ithal ediyoruz. Sonuç mu? Sonuç; tavukta arsenik ve antibiyotik, balıkta ağır metal, kırmızı ette şarbon.. Ne yemeli diye düşünüyor insan. Neyse devam ediyorum konumuza. Arıcılık eğitimi bile vardı bu enstitülerde. Hatta ipek böcekçiliği bile. Arı ve ipek böceğinin maddi getirisini eminim ki biliyorsunuz. Zira hiç kolay değil bal ve ipek üretmek.
*Elbette kültür dersleri de vardı.
Biraz önce dedim eğitim cümledeki özneyi bulduğumuz Türkçe değil, diye. Çünkü dilimiz, Türkçemiz çok derin. Her gün keşfedilmesi gereken bir bilim. Ama maalesef ki gözlemlerime göre genç nesil cümledeki özne yüklem ayrımına bile gidemiyor artık. Ya da çarpım tablosunu dahi bilmeyen lise mezunlarımız var. Baraj altı kalan bir sürü gençlerimiz...

Basit bir anlatışla; Köy enstitülerinden çıkan insanların opera bilgisi bile günümüz konservatuvar mezununun opera bilgisinden derin. İstiklal Marşı’nı yönetemeyen kişiyi mezun etmeyen bir okul. Bu okul müzik okulu mu? Değil. Bu okul sadece tarım hayvancılık okulu da değil. Marangozluk, demircilik, motor kullanma okulu da değildi üstelik. Her şeyi bünyesinde barındıran çağın en üstündeki (ve hatta günümüzde bile eşi benzeri olmayan) ender okullardan. Her insanın yeteneği farklıdır her şeyde elbette iyi olamaz ama günümüzde böyle böyle hayattan soyutladık kendimizi. Çağa uyduk. Elimize telefonları aldık, basit bir robot parçasının esiri; başka ülkelerin ise eseri olduk. Üretim sonucu oluşan malzemeler bizim için, elbette kullanacağız onları. Ama üreten biz olmayınca sıfırı tüketiyoruz. Teknolojinin zirvesinde, aldığımız elektromanyetik radyasyonlarla duygusuz-düşüncesiz insanlara dönüşüyoruz. Halbuki biz sıradan bir ülkenin sıradan insanları değiliz. Biz Türk milletiyiz, Türkiye Cumhuriyetiyiz!. Einstein'ın bile hizmet etmek istediği ülkeyiz. Bizim üretmediğimiz teknoloji bizi aptallaştırıyor. Bu yüzden başka ülkelerin eseri haline geliyoruz. Teknolojinin tohumu da bitkinin tohumu da içimizde var. Ancak ve ancak bunu kullanırsak ilimde, iktisatta gelişir Gökbörü'ye verdiğimiz sözü tutarız. Hep demişimdir; aptal bir nesil oluşacağına zeki bir nesil oluşsun, ömrü boyunca mutsuz olacak ama olsun.
Bir öğretmenler gününü daha arkada bıraktığımız bugünde, öze dönüş zamanı, köy enstitüleri modelinin, başka değişle köklü eğitimin tekrar dirilme zamanı gelmedi mi artık? Bence geldi..
 

Köy Enstitüleri'ne Dönüş Vakti
Sıla Arsel
Yazarımız Kim ?

Sıla Arsel