Sayfa Yükleniyor...
Osmanlı Devleti gözünü açtığında kötü bir rüyanın içinde bulmuştu kendini. Bir tarafta Almanlar bir tarafta İngilizler. Arada kalan Osmanlı’ya 1. Dünya Savaşı cereyan etmişti. Çanakkale Boğazı da bu savaşın stratejik açıdan en kritik bölgesiydi. Çanakkale ele geçirilecek ardından da İtilaf Devletleri’nin kanayan yarası 1453 fatihinin fethi İstanbul geri alınacaktı. Onların uzun menzilli modern aletleri vardı, bizimse yoktu. Onların içinde her türlü şeyin bulunduğu gösterişli donanmaları vardı, bizimse yoktu. Ama bizim Bigalı Mehmet Çavuşumuz vardı, Nezahat Onbaşımız, Seyit Onbaşımız, Yahya Çavuşumuz ve Mustafa Kemal Atatürk’ümüz vardı, onlarınsa yoktu.
Yıl 1915. Hep kanla yazılmış bir destandan söz eder büyüklerimiz. 250 bin tinin kanıyla kapladığı kızıl toprak. İngiltere’nin bir taşla iki kuş projesine göre hem boğazlar hem İstanbul alınacaktı hem de güvenliği tehdit eden Osmanlı savaştan saf dışı bırakılacaktı.
Gökyüzünden yağan hırçın yağmur gibi delicesine bomba yağıyordu Türk hattının üstüne. Düşman elinin değdiği kirli gemiler yaklaşıyordu kızıl toprağımıza, kanlı vatanımıza. Osmanlı’nın istihkam alanlarında ancak yüz kadar top vardı. İngilizler ise dünyanın en güçlü donanmasına sahipti. İtilaf Devletleri yaklaşık elli savaş gemisi ve beş yüz top ile üstümüze yürüyordu. Böyle bir durumda Türk ordusunun yenilmesi en büyük olasılıktı. Fakat vatan, topla tüfekle savunulmamıştı. İmkansızlıklar içinde imkan vardı.
İngiliz donanması elbette ki olası bir tehdide karşı boğazı mayın kontrolünden geçirmişti. Tuğamiral Keyeş de mayınların temizliğine dair rapor vermişti düşman eline. Donanma bu rapor sonucu utkusunu geciktirmek istememiş ve 17 Mart’ı 18 Mart’a bağlayan gece savaş gemilerini Çanakkale Boğazı’nın derin sularına bırakmıştı. Fakat Türk’ün militarist zekası Tanrı’dandı. Düşmanın düşüncesini ustaca analiz etmişti.
7 Mart gecesi Hafız Nazmi Bey ile Yüzbaşı Hakkı, komutasındaki Nusret Mayın Gemisi’yle olası ölüm tehlikesine rağmen adeta bir kuşun son çırpınışı gibi bir umutla boğazda yelken açmıştı. Giden gelmiyordu da zaten. Bu, Çanakkale’nin ölümsüzlük kuralıydı. Elde sadece 26 deniz mayını vardı. Yüzbaşı Hakkı kendine verilen bu üstün görevle Erenköy Mevkii’de kıyıya paralel manevra hattına dik olarak son 26 mayını sisli boğazın derin sularına yerleştirmişti. Tüm risklere rağmen görev başarıyla sonuçlandı da geri dönüş yolunda yüreği bu heyecana dayanamayan Yüzbaşı Hakkı’nın tini bedeninden ayrılmış, şehitlik mertebesine ulaşmıştı. Giden gelmiyordu. Bu, Çanakkale’nin ölümsüzlük kuralıydı. Nitekim aradan on gün geçmiş ve düşman da taarruza geçmişti. Düşman başına geleceklerden habersiz kıvançla yol alıyordu. Fakat Nusret’in eseri mayınlar vardı, tam da bu devrede sahneye çıktı. İlk Bouvet savaş gemisi battı sonra İrrestable ve Ocean. İnflexible, Golva ve Suffen’in de zayiatı çoktu. Düşman yaşadığı bu şaşkınlıkla taarruzu durdurmuş, geri çekilme emri vermişti. Bir gemi tarih yazmıştı. Tanrı Türklerden yanaydı.
Gemiler batmıştı ama Ocean’ın batması ayrı bir olaydı. Çünkü mayınların etkisi olduğu kadar Seyit Onbaşının da etkisi yadsınamazdı. Düşmanın attığı mermi cephaneliği havaya uçurmuştu. Bataryada tek top kalmıştı üstelik onun da vinci kırılmıştı. Seyit Onbaşı etrafına bakmıştı. Arkadaşı Niğdeli Ali dışında herkes, güzel vatanımızın güzel topraklarında sonsuz uykularına dalmıştı. Niğdeli Ali’nin de yardımıyla 215 okkalık (276 kiloluk) devasa mermiyi sırtlamıştı. Topu ateşlemeyi başardı. Hem de yılmadan üç kere. İmkansızlıklar içinde imkan vardı. Üçüncüsünde Ocean’ı vurmuştu. Yaralı Ocean mayına da çarpınca derin sulara yem oldu. Savaş bitti. Çanakkale’de bir destan yazıldı. Türklerin başkenti İstanbul’du ama kalbi Çanakkale’ydi. Her bir mehmetçiğin bedeni parça parça toprağa karışmıştı tinleri ise vatana. Çünkü onlar; Ötüken’den gelen, Tanrı’nın askerleriydi. Onlar şehitti. Çanakkale geçilemezdi. Çanakkale geçilmedi. Bu, Çanakkale’nin ölümsüzlük kanunuydu.