Benim kefenim mor. Tabutum ucuz bir günah teknesi. Gönderinde sevgimin çeyiz kanları. Utanç taziyemi tören edenlerin alnına sürülür nazarımda. Ölü şerbetiyim, zehirli bir merasim suyu, ağıtlarda dağıtılan, yutulup ekşiyen. Dağılan kadının yüzü. Sevgi utancının dibinde. Leşimin helalliğini tükürüyor. Ter kokan mezarımda. Sapsarı bir yük kadının yüzü. Kızılca kıyamet sevginin nefret rengi, gözleri ölgün. Ağlamıyor yüksünmüyor dahası! Öpüyorum alnını yaralarından. İniltim sıvazlıyor bedenini. Sevgi paramparça, paramparça…
Filmin sonunda dillendirilen Nilüfer Özçelik’in bu şiiri hassas kalplere dokunuyor ve orada büyük bir hasar oluşturuyor. Evet, karanlık atmosferini destekleyen, izleyiciyi kapana sıkıştıran yönetmenlik becerisi ve kusursuz oyunculukları ile ‘Atlıkarınca’ cesur bir film. Çünkü vizyona girdiğinde ‘Türk sinemasında bir ilk’ diye düştü manşetlere. Tabu dediğimiz, korkuların en derini diye tabir ettiğimiz ama hayatın öylesine içinde yer alan ‘ensest’ ilişkileri dillendiren bir film izlemek kolay mı? Elbette şaşırtacak izleyiciyi, elbette sarsacak toplumun en küçük birimi olan aileyi, elbette korkutacak suçunu örtbas etmeye çalışan ebeveyni ve elbette sinema salonundan çıktıktan sonra bir sürü neden arka arkaya sıralanacak beynimizde. Çünkü her bir çocuk atlıkarıncaya binmiş el sallıyordu bizlere.
AYNI AİLELER GİBİDİR ATLIKARINCA
Atlıkarınca belki de lunaparkın en masum oyuncağıdır ve çoğunlukla çocuklukla ilgili en masum anılarda payı vardır. Kendi halinde döner, diğerlerinin baş döndüren temposundan, adrenalin pompalayan numaralarından uzaktır; ancak dikkatli bakılırsa en korunmasız olanı da odur. Ne düşmeyi engelleyecek bir bariyer vardır ne de başka bir güvenlik önlemi. Bu yüzdendir ki atlıkarıncada yaşanan bir kaza tedirgin eder insanları, beklenmediktir çünkü. Hatta çocuk oradan düştüğü için çevrede beceriksiz muamelesi bile görür. Bu açıdan aynı aileler gibidir atlıkarınca: Kendi halinde yaşayan (dönen), içerden bir tehlikenin olmadığı, toplumun en sağlam, düzgün görünen yapı taşları… Ailelerdeki çarpıklıklar da geneli tedirgin eder; ancak yine kutsal aileyi korumak adına olay her zaman istisna olarak görülür. Fakat bazı olaylara istisna deyip geçmek yeterli değildir. İlksen Başarır’ın ikinci filmi Atlıkarınca, çocuklukla özdeşleşmiş naifliği, masumiyeti yerle bir eden bir tabuyu -aile içerisinde yaşanan cinsel istismarı- çekirdek aile özelinde anlatıyor.
SUSKUN BİR DİLİN ANLATIMI
Maalesef ki ülkemiz aile içi şiddette olduğu gibi ensest vakalarında da oldukça yüksekte seyrediyor. Aile bireyleri tarafından sistematik olarak cinsel istismara uğrayanların büyük çoğunluğunu ise çocuklar oluşturuyor. ‘Kol kırılır yen içinde kalır mantığıyla’ gizlenen, görmezden gelinen ensesti ele alırken yönetmen İlksen Başarır oldukça hassas bir denge tutturmayı başarıyor. Öncelikle filmin en büyük başarısı grafik şiddet ya da pornografiye yüz vermeden derdini başarıyla anlatmış olmasından geçiyor. Ele aldığı konuyu sakin, oldukça rahatsız edici ama hiçbir sömürü unsuruna yer vermeden perdeye yansıtıyor. Genellikle iç mekan ya da kısıtlı alanlarda geçen filmde rutin ve gerçeklerden kaçmanın getirmiş olduğu derin bir sessizlik, bunun sonucu olarak da kasvetli hatta yer yer boğucu bir atmosfer filmin geneline hakim görünüyor. Atlıkarınca, boğucu atmosferini ve suskun dilini simgesel anlatımlarla destekliyor.
ERDEM VE SEVGİ YİTİP GİDİYOR
Cinsel istismarı yapanın adını Erdem koyan yönetmen, istismara uğrayanın adını ise Sevgi koyuyor. Bazen balığa çıkmak dert oluyor izleyiciye, denizin ortasında sallanan bir tekne yüreğine oturuyor insanın; bazen de buzlu içilen bir bardak su dağıtıyor her şeyi. Açık kalan kapılar, üstü örtülen gerçekler, birbirlerinin gözlerine bakamayan aile… Sevgi ve Erdem bir arada yitip gidiyor film içinde. Tüm bunları gören, her şeyi bilen ama konuş(a)mayan anneanne ise toplumun genel algısını gösteriyor. İlksen Başarır hikayeyi anlatırken görsel tercihleri dışında senaryo açısından da oldukça tatminkar ve cesur bir işe imza atıyor. Öncelikle geleneksel algıyı yıkıp ensest uygulayan baba figürünü eğitimli, şiir yazan, düzenli, titiz, entelektüel ve sosyo-ekonomik olarak üst-orta seviyede gösteriyor. Aynı şekilde anneyi de yönetici olarak çalışan, aileye önem veren bir kadın olarak konumlandırıyor. Yan komşusu olabileceğiniz hatta çoğumuzun aile yapısına benzeyen bir aile var karşınızda. Böylece ensest uygulayan kişinin eğitimsiz ve gelir durumu düşük kişilerde olmadığının, toplumun genel bir sorunu olduğunu ve aile kurumunu korumak adına göz ardı edildiğini izleyicisine aktarıyor. Bireyin mahremiyetini hiçe sayıp toplumun genel ahlakını korumak adına sessiz kalınan ensest, üzeri örtündükçe yarası kanamaya devam ediyor. O yüzden sessiz kalmak en büyük kusur olarak göze çarpıyor.
Dipnot: Uzun süredir film eleştirilerimle karşınızda değilim. Ancak Atlıkarınca epey zamandır yazmayı planladığım ve sizlere tüm samimiyetimle aktarmak istediğim bir filmdi. Üst üste gündeme gelen taciz ve tecavüz olayları, her şey bir tarafa küçücük yüreklerin bedenlerine ve ruhlarına yaşatılan istismar bugün bu köşede yer almama neden oldu. Atlıkarınca masum bir lunapark oyuncağı değildir, tıpkı aileler gibi. Filmi keyifle izleyin demeden önce lütfen ‘sesinizi çıkarın’ diyorum. Gerçi gördüğünüz anlatımlar karşısında keyifle izleyicinizi de sanmıyorum. İyi seyirler.