1
Sultan Gümüş Kaya
İlkses Gazetesi Yazarımız

Sultan Gümüş Kaya

Yazarın Köşe Yazıları

Romandan sinemaya muazzam bir uyarlama; 'Mutluluk'

“Kimse hayatından memnun değil. Herkes derin bir huzursuzluk içinde kıvranıyor; Daha iyi bir hayata ulaşmak istiyor ama o yeni hayatın ne olduğunun da farkında değil. Tarifi yok; dolayısıyla toplum mitolojisi ve ideali de yok. Bu yüzden bir nehrin suları bizi önüne katmış götürüyor. İnsanlar akıntıdan kurtulmak için kıyıdan sarkan dallara tutunmaya çalışıyorlar. Kimi din dalına tutunuyor, kimi milliyetçilik, kimi Kürtçülük; kimisi nihilizme gömülüyor.” (Zülfü Livaneli / Mutluluk kitabından…)
Şimdi gözünüzde canlandırmaya çalışın; Marmaris’in harika koylarında masmavi deniz, bir sürat teknesi, içinde şalvarlı kasketli iki adam yani “ağanın adamları” bir kadını kaçırıyorlar. Bu tekneyi son sürat takip eden başka bir sürat teknesi içinde inzivayı tercih etmiş zengin bir profesör ve askerden yeni gelmiş “ağanın oğlu”… Biraz zor oluyor değil mi? Filmi izlerken bu sahneyi hiç yadırgamıyorsunuz. Çünkü kurgu harika. Hikaye çok çarpıcı. Kendini bulmaya çalışan bir akademisyen ve törenin ölüme mahkum ettiği, hayatında köyünden başka yer görmemiş bir kız ve onu öldürmekle görevlendirilmiş ağa oğlu. Bu üç yaşam bir teknenin içinde buluşuyor ve bize; törenin acımasızlığını, elinde ki naylon torbanın içindeki bir kaç parça eşyası ve düşmanları dışında hiç bir


Atlıkarınca

Benim kefenim mor. Tabutum ucuz bir günah teknesi. Gönderinde sevgimin çeyiz kanları. Utanç taziyemi tören edenlerin alnına sürülür nazarımda. Ölü şerbetiyim, zehirli bir merasim suyu, ağıtlarda dağıtılan, yutulup ekşiyen. Dağılan kadının yüzü. Sevgi utancının dibinde. Leşimin helalliğini tükürüyor. Ter kokan mezarımda. Sapsarı bir yük kadının yüzü. Kızılca kıyamet sevginin nefret rengi, gözleri ölgün. Ağlamıyor yüksünmüyor dahası! Öpüyorum alnını yaralarından. İniltim sıvazlıyor bedenini. Sevgi paramparça, paramparça…
Filmin sonunda dillendirilen Nilüfer Özçelik’in bu şiiri hassas kalplere dokunuyor ve orada büyük bir hasar oluşturuyor. Evet, karanlık atmosferini destekleyen, izleyiciyi kapana sıkıştıran yönetmenlik becerisi ve kusursuz oyunculukları ile ‘Atlıkarınca’ cesur bir film. Çünkü vizyona girdiğinde ‘Türk sinemasında bir ilk’ diye düştü manşetlere. Tabu dediğimiz, korkuların en derini diye tabir ettiğimiz ama hayatın öylesine içinde yer alan ‘ensest’ ilişkileri dillendiren bir film izlemek kolay mı? Elbette şaşırtacak izleyiciyi, elbette sarsacak toplumun en küçük birimi olan aileyi, elbette korkutacak suçunu örtbas etmeye çalışan ebeveyni ve elbette sinema salonundan çıktıktan sonra bir sürü neden arka arkaya sıralanacak beynimizde. Çünkü her bir çocuk atlıkarıncaya binmiş el sallıyordu bizlere.
AYNI


Bu Kez 'Mutlu Son' Yaşa Be Kahraman!

Kahraman, Kahraman, Kahraman… Bu repliği eminim çoğunuz hatırlamışsınızdır. Hatta yine eminim ki çoğunuzun hatırlamak istemeyeceği hüzünlü sahnelerden biridir. Evet, ‘Canım Kardeşim’ den söz açıyorum. Rahmetli Tarık Akan ve Halit Akçatepe’nin başrollerini paylaştığı 1973 yapımı ‘Canım Kardeşim’den. Aylar önce o hüzünlü replikleriyle köşemde de yer verdiğim ‘Canım Kardeşim’den. Şimdi ise aynı film ile tekrar karşınızdayım. Yalnız tek bir fark ile… Kahraman ölmüyor, o çok istediği televizyonuna kavuşuyor ve hasretle baktığımız film afişi en güzel haliyle tekrar canlanıyor. ‘Türk sinema tarihinin en hüzünlü hikayesi yeniden yazılabilir mi?’ diyeceksiniz belki. Evet, yazıldı. Bu kez Kahraman abisinin kolları arasında yaşama göz yummadı; ‘Yaşasın aslan abim benim’ dedi. Ve seyirciler olarak biz, LÖSEV’e o an sonsuz bir minnet duymaya başladık.
LÖSEMİYE YENİK DÜŞTÜ
Başrollerini Tarık Akan, Halit Akçatepe ve Kahraman Kıral’ın paylaştığı 1973 yapımı Ertem Eğilmez filmi Canım Kardeşim, Türk sinema tarihinin en hüzünlü filmleri arasında yer alır kuşkusuz. Canım Kardeşim’le birlikte seyircinin karşısına ilk kez dram dolu bir filmle çıkan Tarık Akan, filmde babasının ölümü üzerine küçük kardeşi Kahraman’ın sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalır. Kardeşinin lösemi olduğunu öğrendikten sonra onun son günlerini


'Yol'unuz Açık Olsun…

Çeşitli nedenlerden ötürü uzun süredir sizlere ulaştıramadığım filmlerim vardı. Bugün ise boş bıraktığım haftaların affı için sizleri uzun bir yolculuğa çıkaracağım. Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes Film Festivali’nde aday gösterilen hatta tanıtımı esnasında dakikalarca ayakta alkış tutulan ‘Ahlat Ağacı’na yer verme düşüncesindeydim. Ancak yolculuk demişken ve geçen hafta usta oyuncu Tarık Akan’ın ölüm yıldönümü iken Ahlat Ağacı’nı, tıpkı yönetmeni Nuri Bilge’nin her sahne atmosferinde uyguladığı gibi ‘uzaklarda’ bırakma mecburiyetinde kaldım. Evet, ‘Yol’…  Senaryosu’nu Yılmaz Güney’in yazdığı, başrollerini ise Tarık Akan, Şerif Sezen ve Halil Ergün’ün paylaştığı Yol... Yol uzun, yol tehlikeli, yol can alır. Bir film düşünün, yönetmeninden çok senaristiyle anılsın. Bir film düşünün, senaristin zihninde hayat bulan hikayesi, kendisi hapiste olduğu için tamamen onun istekleri ve direktifleri doğrultusunda çekilsin. Bir film düşünün, ülkesindeki karanlığı tüm çıplaklığıyla yansıttığı için 17 yıl yasaklı kalsın. Evet, Yılmaz Güney’in senaryosunu hapishanede yazdığı, Şerif Gören’in yönettiği Yol’dan bahsediyoruz. Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye ödülüne uzanan Yol’dan…
MEMLEKETLE HESAPLAŞMA
İmralı yarı açık cezaevinde yatan bir grup mahkumun hikayesidir Yol’da anlatılan. Ülkede sıkıyönetim uygulanmaktadır ve cezaevindeki kötü koşullar daha da çekilmez bir hal almıştır. Mahkumlar, umutla bayram izinlerinin çıkmasını beklerken


Entel Köy Efe Köye Karşı

30’lu yaşlarına yaklaşmış, ülkemizin büyük şehirlerinde yaşayan Türk insanın en belirgin ortak özelliği kurduğu hayalleridir. Bu hayaller mutlaka bir noktada buluşurlar; “Ben emekli olduktan sonra şehir sıkıntısından uzak, müstakil bir eve taşınacağım, orada kafamı dinleyeceğim, ailemle mutlu huzurlu bir yaşam süreceğim. “Ne yazık ki dünyanın şu anda içinde bulunduğu acımasız koşullar, bu hayallerimizi gerçekleştirebilmemizin önünde – yıkılacağından haberi dahi olmayan – Berlin duvarı gibi sert ve kibirli bir şekilde duruyor. Türk sineması için kendisinin bir şans olduğunu düşündüğüm yönetmen Yüksel Aksu da filmleriyle bu ütopyayı yaratmaya çalışanlardan biri. Örneğin, geçen haftaki köşemde yer verdiğim Dondurmam Gaymak ile içinde bulunduğu koşullara aldırış etmeden, birçok yönetmeni kıskandıracak, öyle başarılara imza attı ki; En iyi yabancı film dalında Oscar aday adayı olması, filmin içtenliğinin yanında önemsiz bir detay olarak hafızalarda kaldı. Toplumsal sorunları kendi mizah anlayışı ile irdeleyen yönetmen, Entel Köye Efe Köye Karşı filmiyle de yine harika bir işe imzasını atmış.
KOMÜN KURMAK ÖYLE KOLAY MI?
Sizlere konuyu her ne kadar ben anlatmak istesem de benden çok daha başarıyla anlatıyor Yüksel Aksu, henüz filmin ilk sahnesinde


BİR EGE GEYİĞİ DONDURMAM GAYMAK

Dondurmam Gaymak, adından ve sloganından (Bir Ege Geyiği) başlayarak, kendini ve bir şeyleri hafife, hatta alaya aldığı hissi uyandıran bir film. Ancak, bu his Dondurmam Gaymak’ın yaklaşımından çok, filmin oyuncu kadrosunu oluşturan ve imece usulü gerçekleştirilen yapıma da büyük katkısı olan Muğla halkının hayatla kurdukları ilişkiden kaynaklanıyor. Bu bağlamda filmin tonu da, Ege’nin taşrasındaki gündelik ilişkiler gibi: Zaman zaman kafa şişirecek kadar curcunalı, neşeli, bol argolu ve alaycı… Film, global dondurma firmalarına karşı, geleneksel yöntemlerle dondurma üreterek ayakta kalmaya çalışan Ali Usta’nın öyküsünü konu alıyor. İşini kurtarmak için, yerel televizyon kanalında yayınlanan bir reklam filmi çeken Ali Usta, son çare olarak satın aldığı motosiklete atlayıp dondurma satmak üzere yollara düşüyor. Ancak köyün dondurmayı çok seven haşarı çocukları, Ali Usta’nın motosikletini çalınca işler karışıyor. Bunun, rakip dondurma firmalarının işi olduğundan emin olan Ali Usta, motosikletini geri almak için dondurma karteline karşı mücadele bayrağını açıveriyor. De Sica’nın herkesin oyuncu olabileceğine işaret eden bir epigrafıyla açılan filmin hikâyesi de Yeni Gerçekçiliğin manifesto filmlerinden Bisiklet Hırsızları’na referanslarla dolu. Dondurmam Gaymak’la Yeni Gerçekçilik arasındaki asıl bağ, filmin yalnızca taşra insanını konu alan bir hikaye anlatmakla yetinmeyip, taşra hayatını da hikâyesine ve üretim pratiğine dahil etme konusunda büyük bir


Düpedüz 'İyi Sinema'

Düpedüz ‘İyi Sinema’
SULTAN GÜMÜŞ
gumusultan@outlook.com

‘Şu tren rayı ardına takılıp çekip gitmeli arkadaş!’
Karpuz kabuğundan gemiler yapmak; adı üzere bir film. Adını gördüğünde ne hissediyorsanız, film bittiğinde de duygularınızın aynı noktanın etrafında toplandığını göreceksiniz. Fakat bir farkla; bitirdiğinizde, başladığınız noktadan çok daha farklı bir yere peşinden sürükleyecek sizi.
Ahmet Uluçay filmin yönetmeni; kendi hayatından ilhamla çekiyor bu filmi. 12 yaşındayken, Anadolu’nun küçük bir kasabası olan Tavşanlı’da, kendi çabalarıyla bir sinema makinesi yapmış, kasabalıyla sinemayı buluşturan insan olmuştu. Birçoğunuzun bugüne kadar belki karşılaştığı, belki karşılaşmadığı; belki de uzun süreler hiç karşılaşmayacağı bir duygunun tezahürü film; yokluk. Çok klasik gibi görünse de, film yokluk ve ümidi öyle güzel iç içe geçirmiş ki; o yokluğa gidip bir şeyleri Recep ve Mehmet kadar istemek geliyor insanın içinden. Filmden yola çıkarak, belki umut dolduruyorsunuz içinizi, belki de bambaşka yerlere gidiyorsunuz bitince, öyle bir film bu.
HAYAL VE BAKIŞ


Memento

Son zamanlarda Christopher Nolan’ın adını sıkça duyduk, duyurduk. Uzun yıllardır, vizyona giren filmler içinde izlediğim en farklı ve en iyi iki film olan Prestij (The Prestige) ve Başlangıç (Inception) filmlerinin hem senaristi hem yönetmeni olarak sinemayla ilgilenen herkesin saygısını kazandı. Kara Şövalye (The Dark Knight) ile bizleri karanlık bir dünyaya çağırdı ve kimse o karanlıktan şikayetçi olmadı. Ancak bu filmlerden önce yine hem senaryosunu yazdığı hem yönettiği Akıl Defteri (Memento) ile kendisini bizlere hayran bıraktı. Akıl Defteri, kariyerinin henüz başındaki bu dahi adamın nasıl bir çılgın olduğunun gerçek kanıtıdır. Sorun ben de mi yoksa bu çılgınlıkta mı bilemiyorum ama filmi ikinci kez izleyince olayı anlama durumunda kaldım. Sondan başlayan bir filmi anlayabilmek zaten zor olsa gerek. (Umarım aynı fikirdeyizdir)


Fahrenheit 451

İnsanla beraber doğduğuna inanırım kötülüğün. Doğada hiç bir canlının bir başka canlıya bilinçli kötülük yaptığını görmedim ve duymadım. Fakat insan, bencilliği ve egosundan ötürü başka canlılara ve hatta insanlara zarar vermekten, onları aşağıya çekmekten hiç bir zaman geri durmadı. Kendi egemenliklerini korumak için insanlara doğrudan zarar verildiği gibi, insanlığın gelişimine katkısı olan birçok şeyin de varlığına katlanılamadı. Yok edilmeye çalışılan düşünceler, susturulmaya çalışılan müzikler ve yakılan kitaplar, kütüphaneler… Deneyimleri, yaşanmışlıkları sonraki kuşaklara aktarmadaki en büyük araç olan yazı ve yazılarla oluşan kitaplar tarih boyunca hem dünyada hem de bizim kendi toplumumuzda, gücü elinde bulunduran kötüler tarafından hep tehlike olarak görüldü ve ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Naziler, iktidara geldikten sonra karşıt görüşlü kitapları hızlıca yok etmeye başlamışlardı. Özellikle 80 darbesinde de ülkemizde birçok insan evinde bulunan kitaplar yüzünden sorgulandı, tutuklandı, işkence gördü. Ray Bradbury de, kitapların en büyük tehlike olarak görüldüğü bir toplum tasviri yaptığı distopik romanı ‘Fahrenheit 451’de bu konulara dikkat çekmiştir. Yeni Dalga’nın öncü yönetenlerinden François Truffaut da bu esere kayıtsız kalamamış ve 1966 yılında Fahrenheit 451’i filme almıştır.


İsmiyle Müsemma Bir Film :Bulantı

Türkiye sinemasına kazandırdıkları değerlendirildiğinde bazı söylemleri ve nispeten kötü yönetmenlik denemeleri açısından mazur görülebilecek usta bir yönetmen, Zeki Demirkubuz. Üç hafta boyunca köşemde Nuri Bilge Ceylan sinemasına yer vermiştim. Bu hafta ise yönetmenlik deneyimleri ile Nuri Bilge’den oldukça farklı bir tarza sahip Demirkubuz’a yer verme sorumluluğunu hissettim üzerimde. Ancak tekrardan vurgulamam gerekirse (-ki bu asla bir kıyaslama değildir) Nuri Bilge Ceylan sineması kalbimde ve zihnimde her zaman ayrı bir noktadadır.


Aylardan Mayıs… Mayıs Sıkıntısı

Gezegenimizde Yenice isminde ne çok yer varmış. Aydın ilçesiZonguldak ilçesi, Tekirdağ’da bir belde, Muğla’nın bir köyü, Adana’nın bir köyü, Mersin-Tarsus’ta bir kasaba, Edirne-Enez’de bir köy, Karabük ilçesi, Amasya’da bir belediye bunlardan bazıları. Fakat bir mekan olmaktan kopan Çanakkale ilçesine bağlı Yenice ise Nuri Bilge Ceylan sayesinde ayrı bir değer taşıyor. Yönetmenin çocukluğunun geçtiği, Koza, Kasaba, Mayıs Sıkıntısı filmlerinin doğal mekanı. Belki de öyle ahım şahım bir yer değildir, hatta ondan çok daha güzel beldeler vardır belki. Ama bu üç film, Yenice’nin insanına, doğasına, şivesine, o sade ve sıradan güzelliğine düzülmüş sanatsal birer methiyeler dizisidir. Mayıs Sıkıntısı, bunlardan en olgunu olsa gerek. Yarıdan çoğu gerçek, kurgu kısımları ise başka gerçekliklerin filme dahil edilişi ile kotarılmış film, akıl almaz dinginliği içinde aslında yüreklerindeki ateşi, umudu ve güzellikleri canlı tutmaya çalışan insan manzaraları ile dolu. Hepsinin öyküsünde bizden, bizim öykülerimizde onlardan izler o kadar fazla ki. Yenice, Ceylan’ın kişisel seçimi. Ancak orası aslında sevapları-günahlarıyla insanın elinin dokunduğu gezegen parçalarından sadece biri.


İnsan Ruhunun Karanlık Dehlizlerine Yolculuk

Hiç şüphesiz ki Nuri Bilge Ceylan sinemasına olan sevgim paha biçilemez. Lise yıllarından gelen bir alışkanlık veyahut saygı / sevgi diyelim. Bunun için sanırım hocalarıma sonsuz teşekkürler sunmam gerekecek. Onlar olmasaydı ne her sahnesi bir fotoğraf karesi olan “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı tanıyacaktım ne ‘Herkesin sıkıntısı kendine’ dedirten “Mayıs Sıkıntısı”nı ne de insan ruhunun karanlık dehlizlerine inen “Kış Uykusu”nu… Nuri Bilge’nin birkaç filmini sizlerle daha öncede paylaşmıştım. Tıpkı ağaçtan düşen ve suyun içerisinde dakikalarca ilerleyen kırmızı elmayı alıp Adem ile Havva’ya dayandırdığı “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı paylaştığım gibi. Bu sene Cannes’da “Ahlat Ağacı”nın tanıtımı yapılırken yönetmenimizin o çok değerli filmlerinden birine tekrardan yer vermek istedim. Sanırım sanata dair birçok öğenin yol olduğu ülkemize böylesine değerler kazandırdığı için bir minnet duydum kendisine. Ve söze “Kış Uykusu”na yer vermekle başlayalım. ‘Uzak’ filminden itibaren her filmiyle Cannes’da ödül almayı başaran Nuri Bilge Ceylan Kış Uykusu’yla sonunda büyük ödül Altın Palmiye’ye uzandı. Bu ödül hiç kuşkusuz hem Nuri Bilge hem de Türk sineması için bir dönüm noktası.


Yeşil Yol

Dünya sinema tarihinin en iyi 50 filmi arasında gösterilen Yeşil Yol / The Green Mile, sanırız dram filmleri arasında en dikkat çekenlerin başında geliyor. Filmi derinlemesine incelediğimizde, aslında çok iyi mesajlar verdiğini söyleyebiliriz. Öncelikle Yeşil Yol filmi hakkında genel bilgiler aktararak işe başlayalım. 1999 yapımı olan film, Stephen King’in aynı isimli romanından beyaz perdeye aktarılmıştır. Bildiğiniz gibi Stephen King, genellikle korku ve gerilim türünde eserler yazmıştır. Ancak ‘Yeşil Yol’ ve ‘Esaretin Bedeli’ gibi dram türünde eserleri, gerek roman olarak gerekse film olarak, insanlarda inanılmaz etki bırakmıştır. Filmin senaristliğini yapan Frank Darabont ise Buried Alive, Esaretin Bedeli, The Majestic, Öldüren Sis gibi çok fazla ses getiren yapımlara imza atmıştır. Filmin oyuncu kadrosuna baktığımızda; dramatik rollerdeki üstün başarısıyla tanıdığımız iki Oscar sahibi Tom Hanks ve aramızdan ayrılan Michael Clarke Duncan öne çıkıyor. Bu ikiliye, filmdeki diğer karakterlerin etkileyici performansı eklenince, ortaya müthiş bir yapım çıkıyor. Film 30 farklı ödül türüne aday gösterilmiş ve bunlardan 10 tanesini kazanarak ne kadar etki bıraktığını da kanıtlamıştır.


OSCAR’LIK BİR FİLM: HUGO

Hugo; büyük usta Martin Scorsese’in yönetmen koltuğunda olması sebebi ile bende heyecan yaratmaya yetmişken, filmin Georges Melies hakkında olduğunu görünce bu heyecanım ikiye katlandı. Peki, kimdir Georges Melies? Film bunu size en ince ayrıntısına kadar anlatsa da ben bir iki satır yazmadan geçemeyeceğim. Filmlerin, hayalleri yakalama gücüne sahip olduğunu ilk fark edenlerden biri olarak görülen Georges Melies, sinema tarihinin ilk bilimkurgu filmi sayılan “Le voyage dans la lune”nin yönetmenidir. Kariyerine sihirbaz olarak başlamış olsa da asıl sihrin sinemada olduğunu anlamakta çok da geç kalmamıştır.


Amelie

Bazen sadece yapamadıklarımızı düşünür dururuz. Onları siyah zemin üzerine tozlu harflerle yazıp liste çıkartırız. Neredeyse boğuluruz. Değişmek, yenilenmek, unutmak, zorlamak, yeniden bir şeyler yapabilmek, iyi şeyler yapabilmek gerekir, bunu istememiz gerekir. Sonra siyaha bulanmış düşler, parlayan bir öğlen güneşi gibi gözlerimizi kamaştırmaya başlar. Sadece iyi şeyler. Ve, sadece iyi şeyler dilerken Amelie ile rastlaşmak. Amelie’nin düşüncelerini kendine yakın bulmak. Ardından Amelie’den söz açmak. Haydi bakalım!


1984: Önceden Yazılmış Bir Tarih

Distopya denildiğinde bugün akla gelen iki temel eser vardır. Bunlardan biri Aldous Huxley’nin yazdığı ‘Cesur Yeni Dünya’, diğeri ise George Orwell’in ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’üdür. George Orwell’in 1946 yılında veremle mücadele ettiği günlerde yazmaya başladığı ve tamamlanması iki seneyi bulan eseri, yazarın önceki kitaplarında olduğu gibi ilk etapta tek bir düşünce sistemini eleştirir gibi gözükse de aslında genel olarak bütün sistemlerdeki aksaklıkların bir toplamıdır. ‘Hayvan Çiftliği’ hem solcuları, hem de sağcıları rahatsız ediyorken, 1984’de sosyalizm eleştirisi gibi durup aslında totaliter olan her yapıya karşı bir tepkinin somutlaşmış halidir ve her kesimden kişiler tarafından aynı oranda nefret edilip aynı oranda sevilir. Yazılmasından yıllar sonra bile popülerliğini hala koruyan, aradan geçen yıllara rağmen etkisini hiç kaybetmemiş eserin sinema macerası da ironik bir tarihe denk geliyor. O zamana kadar çeşitli televizyon projelerinde yer alan ve birkaç belgeseli bulunan Michael Radford tarafından senaryolaştırılıp, yönetilen film 1984 yılında yayınlanmıştır. Edebiyat uyarlamalarının sinemaya aktarımında önemli kayıplar yaşadığı, eserin özünün kaybedilebildiği bilinen bir gerçekken Radford da tecrübesizliğinden ve eserin ağırlığından dolayı kitabın etkileyiciliğinden uzak bir film ortaya koymuştur. Ancak kitabı okurken hayal ettiğim o kasvetli atmosferin yaratılması hatırına filmden de söz açmak yanlış olmaz sanırım.


Limit Yok

İnsan beyninin gerçek kapasitesi nedir? Beynimizi bütün fonksiyonlarıyla kullanabiliyor muyuz? Şu an kullanmıyorsak, kullandığımız zaman neler yapabiliriz? Bu sorular uzun zamandır hem akademik, hem de geyik tartışmalarının ara ara gündeme gelen konularından birkaçıdır. Peki ya bir ‘hap’ olsa ve potansiyelinizi birden patlatsa, zekanızı artırsa ve olaylar karşısında verdiğiniz tepkileri değiştirse hayat o zaman nasıl olurdu? ‘Limit Yok’, tam da bu soruya cevap arayan bir film. Hem yazarlığını hem de yönetmenliğini yapan Neil Burger’ın filmografisinin en dikkat çeken filmi bence Limit Yok. Alan Gynn’in, ‘The Dark Fields’ isimli kitabından sinemaya aktarılan filmin senaryo uyarlamasını ise Leslie Dixon üstlenmiş. Kitabın çok ötesine geçemeyen ve kitabın yarattığı etkinin beklenmemesi gereken her uyarlamada olduğu gibi Limit Yok’ta da özellikle senaryo ve hikaye kurgusunda yetersizlikler oldukça dikkat çekiyor.


Ölen Bir Eğitim Sistemi İçin!

Merhaba sevgili okuyucular. Bu hafta farklı bir köşeyle karşınıza gelmek istedim. Çünkü dün bir gazete sayfasında Türk toplumunun değeri olan ‘Hababam Sınıfı’ filmi ile kitabını çıkaran ‘Rıfat Ilgaz’a karşı yazılan eleştirilere kayıtsız kalmak istemedim. Filmden örnekler verilirken bu yıl kaybettiğimiz usta sanatçı Münir Özkul’un Mahmut Hoca karakterinin eleştirilmesine de aynı şekilde kayıtsız kalamadım. Açık konuşmak gerekirse yazılanları öylesine şaşkınlık içerisinde okumuşum ki ne hangi gazetede çıktığına bakabildim ne de eleştirinin kim tarafından yapıldığına. Köşede yazılanları harfiyen aktarmam mümkün olmayacak ama özetle şunlar geçiyordu: Mahmut Hoca’nın, okulda gerçekleştirilen gaspa ilk önce tepki gösterip, daha sonra nedenini öğrendiğinde bunu makul bir gerekçe olarak kabul etmesi bir kültürel yapının dışavurumuymuş. Öğrencilere “Kopya çektirmem” diyen Mahmut Hoca karakterinin Liselerarası Bilgi Yarışması’nda öğrencilerine mikrofonla kopya vermesi, olayın sonrasında da bunu “Okulun şerefini kurtarmak için yaptım” gibi bir gerekçeyle mazur göstermeye çalışması, filmin gerekçelendirdiği etik dışı davranışlardan bir diğeriymiş. Filmin genel manada gaspı, hırsızlığı, sahtekarlığı ve tutarsızlığı ekseriyetle samimiyet, arkadaşlık, şeref gibi kavramların arkasına saklanılarak mazur gösteriyor olması da bu noktada çok önemliymiş. Hatta film, tipik samimiyetsizlik örneklerini dahi yine bu laçkalaşmış samimiyet ile gerekçelendiriyormuş.


Bir Biyografi, Bir Kitap, Bir Film: Sol Ayağım

“Etrafımdaki her şey canlılık, çaba, büyümenin işareti gibiydi. Herkesin yapacak bir şeyleri vardı, onları meşgul edecek, zihinlerini ve ellerini canlı tutacak bir şeyler. Hayatlarını bir bütün yapacak ilgi alanları, aktiviteleri ve amaçları vardı; tüm bunlar enerjilerine doğal bir kaynak ve doğal bir ifade ortamı sağlıyordu. Benimse sadece sol ayağım vardı.”


Bir Dönemin Toplumsal Evrimi: Züğürt Ağa

Züğürt Ağa için söylenebilecek en genel şey onun bir göç hikayesi anlattığıdır. Ancak burada “göç” kavramı bilinen ilk anlamı dışında değişme, yozlaşma ve var olan değerlerin yerlerini onların içeriklerinin olumsuz anlamda evirilerek başka değerlere bırakması anlamında da kullanılmıştır. Özellikle toplumcu sinema için göç, öteden beri kullanılagelen bir konudur. En temelde geçim sıkıntısına dayalı olan bu kavram birçok defa değişik örneklerle işlenmiştir. Bu, kimi zaman doğudan batıya doğru yapılan mecburi bir yolculuk olurken kimi zaman da ülke sınırlarını aşarak başka ülkelere yapılmıştır. Anlatılan tüm bu hikayelerin buluştuğu en temel nokta ise göçün beraberinde getirdiği yıkım ve yozlaşmadır. Göçte çatışan iki değer vardır. Bunlardan ilki göçün başlamadan önceki yaşamda benimsenmiş olan yerel değerler diğeri de ulaşılan yeni coğrafyada bireyin uyum sağlamak zorunda olduğu anlayışlar ve yaşama biçimleridir. Kahramanlar işte bu iki kutup arasında kalan gelgitler yaşayan, arada kalmış, sıkışmış ve çoğu zaman dejenerasyona uğramış kişiler olmaktadır.


Hayatın Üçlemesi: Bal, Süt, Yumurta

Son yıllarda ülkemizin değerli yönetmenlerinin minimalist sinema türüne yönelmesi ile Türkiye’de güzel işler ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan bir tanesi Semih Kaplanoğlu’nun “Yusuf Üçlemesi”. Her bir seride Yusuf’un bir dönemi anlatılıyor. Örneğin Yumurta’da yetişkinlik, Süt’te gençlik ve Bal’da çocukluk süreci ele alınır. Semih Kaplanoğlu, seriyi sondan başa doğru çekmiştir. Tıpkı Christopher Nolan’ın Memento filminde kullandığı teknik gibi. Böylelikle Yusuf’un karakteristik özelliklerinin hangi olaylara bağlı geliştiğini ve şekil aldığını merakla bekleyerek görebiliyoruz. Semih Kaplanoğlu’nun kullandığı naif sinema dili ise oldukça güçlü. Özellikle film ile bağımızı koparmamamız adına bir köprü görevi görüyor. Şimdinin hikayesi geçmişte saklı ve adım adım ona yaklaşıyoruz.


Mustafa Hakkında Her Şey

Senarist ve yönetmenliği gelecek için ümit vadeden bugünün en başarılı sinema emekçilerimizden olan Çağan Irmak’ın yaptığı film, 2004 yılında sessiz sedasız gösterime giren, senaryonun özgün yapısını güçlü oyunculukların desteğiyle ayrıca ‘Mor ve Ötesi’nin filme tam uyan müziğiyle güçlendiren başarılı bir yapım. Film, sadakati ve vicdani hesaplaşmayı 3 ana karakter üzerinden izleyiciye hangi taraftan baksam Mustafa’yı görüyorum dedirtecek kadar ‘Mustafa’ ya bağlıyor. Çıkış noktasını ‘Her şey mükemmelse mutlaka ters giden bir şeyler vardır’ fenomeninden alıp, paralel bir kurguya yerleştiriyor, geriye dönüşlerle bilinçaltı yolculuğuna çıkıyoruz Mustafa’nın yüzleşmek zorunda kaldığı gerçekler örgüsünde.


Hayali Bir Düşman: Tepenin Ardı

Emin Alper’in ilk uzun metrajlı filmi olan Tepenin Ardı; ilerledikçe mesajını netleştiren, insanın içindeki ‘öteki’ yaratma arzusuna ışık tutan bir film. Başrollerinde Berk Hakman, Mehmet Özgür, Reha Özcan gibi başarılı aktörleri barındırıyor. Üçlüye suskunlar dizisinden aşinayız - tanınmış, dolayısıyla seyirciye yabancı gelmeyen oyuncular. Vahşi tabiata uyum sağlayarak, ilkelleşen insanlara bakış atıyoruz tepenin ardında. Et yiyerek, rakı içerek ‘erkek’ olunan bir yayla burası. Doğanın hırçınlığıyla baş başa kalan insanlar, yabanileşmeye başlamışlar. Küçük yerlerde yaşayanların hep daha masum, daha temiz kişiler olduğu söylenir; çünkü burada yaşayanlar şehirlerin insanlara kattığı ‘sinsiliğe’ uzaktır. Kırsallık masumdur, şehirler gibi kirli değildir; ne de olsa bozulmamış, dokunulmamış bir doğa söz konusudur. Hepimiz böyle düşünerek büyümedik mi? Tepenin Ardı, o sandığımız ‘masum’ köy insanından bizi uzaklaştırarak gerçeğe götürüyor.


Tabutta Rövaşata

Hayata yenik düşmüşlük her daim sinemanın vazgeçilmez unsurudur. Bunu anlatmak her sinemacının derdi olmasa da bazılarının derdidir. Bu düşünceyle yola çıkarsak; Hayata tekme atamayanların, bir köşede kalanların, hayatın tekmesini yiyenlerin filmidir “Tabutta Rövaşata”. Film bizlere “Mahsun” karakteri üzerinden anlatılıyor. “Ah Mahsun Ah” diyerek filmin başlarından itibaren kendimizi Mahsun karakterinden alamıyoruz. Mahsun, hayatın tüm olumsuzluklarına rağmen hayata küsmüyor, hayatına devam ediyor, dostlarıyla içiyor, içkisini paylaşıyor, onları seviyor, onlara kazık atmıyor. Tek ihtiyacı geceleri başını sokacak bir yer. Bulamadığında araba çalıyor, ısınmak için çaldığı arabaların içinde yatıyor. Hayatın acımasızlığını, vicdansızlığını Mahsun karakterinin yaşayışlarında görüyoruz. Tabutta Rövaşata, isminin verdiği gizemle, almış olduğu birçok olumlu eleştiri ile böylece izleyiciyi karşısına geçiriyor ve 75 dakika gibi kısa bir sürede tam anlamıyla kaybeden bir insanın yaşamını anlatmaya başlıyor. Başrollerinde Ahmet Uğurlu, Tuncel Kurtiz ve Ayşen Aydemir’in rol aldığı bu kült filmin yönetmenliğini yapan ve senaryosunu yazan ise Derviş Zaim.