Sayfa Yükleniyor...
Türkiye sinemasına kazandırdıkları değerlendirildiğinde bazı söylemleri ve nispeten kötü yönetmenlik denemeleri açısından mazur görülebilecek usta bir yönetmen, Zeki Demirkubuz. Üç hafta boyunca köşemde Nuri Bilge Ceylan sinemasına yer vermiştim. Bu hafta ise yönetmenlik deneyimleri ile Nuri Bilgeden oldukça farklı bir tarza sahip Demirkubuza yer verme sorumluluğunu hissettim üzerimde. Ancak tekrardan vurgulamam gerekirse (-ki bu asla bir kıyaslama değildir) Nuri Bilge Ceylan sineması kalbimde ve zihnimde her zaman ayrı bir noktadadır.
ZİHNİ YORAN BİR BULANTI
Bulantı henüz vizyona girmeden önce hakkında çıkan haberler; filmin Demirkubuzun en şahsi yönetmenlik denemesi olacağı gerçeği, Dostoyevski bağlantısı, neden başrolü kendisinin oynayacağı gibi bazı detaylar merak ve tartışmaları da beraberinde getirmişti. Basının gösterimden önce hem filmi, hem Nuri Bilge Ceylan ve sinema dünyası hakkındaki görüşlerini açıklaması ve yaklaşan siyasi fırtına için düşündüklerini söylemesi, az da olsa ortalığı karıştırmış oldu. Filmi bu söylemlerden bağımsız izlemeye ve değerlendirmeye çalıştım. Öncelikle Bulantının tamamen bir üst-orta sınıf, beyaz Türk filmi olduğunu, diğer sınıflardan da bahsettiğini ve temel meselesinin bu sınıflar arasındaki her türlü ilişkiyi ve bu ilişkinin zaman zaman geçirgen, zaman zamansa bir kast sistemi gibi işlediğini anlatmak olduğunu belirtelim. Film; bu anlatıyı orta yaşlarını yaşayan bir üniversite hocasının gözlerinden, onun içine düştüğü durumlarla yaşadığı zorluk, çelişki ya da kolaylıklar üzerinden kuruyor. Filmin başında yaşanan ama seyirciden özellikle gizlenen trajedi; aslında filmin devamında yaşayacağımız içe atma, yok sayma, üstünü örtme gibi kimi sınıfsal tercihlerin habercisi gibi. Bir hayli korunaklı üst sınıf yaşantısı içinde kendini ailesinden ve ona sıkıntı olarak dönebilecek her türlü ilişkiden soyutlamış olarak yaşayan Ahmet (Demirkubuz), hayatından çıkanların yerine zaten başkasını almıştır ve bu çıkış sanki işleri kolaylaştırmışçasına yeni durumdaki yerini gayet güzel bulmuştur. Ahmetin dünyasına; kadınlarla, iş yerindeki duruşuyla, evini temizleyen insanla olan ilişkisine ve kardeşiyle yaşadığı kısa ana bakarak dalarız. Bu haller, filmin tamamına yayılırken kişiliği ve sınıfsal kaygılarıyla ilgili fikir sahibi oluruz. Hayatındaki kadınlar ve onlara davranışları aynı zamanda kadınların kişilikleri ve mensup oldukları sınıfa göre değişir.
DÜZ BİR KÖTÜYÜ ANLATMAK
Ahmet kötü bir adam değildir, köşeli değil yuvarlak bir adamdır. Kötü olduğunu gördüğümüz anlar aslında sıradan ya da düz kötülük diyeceğimiz, hatta kimi yerde iyilik gibi görünen şeylerdir. Vicdanını rahat tutmak, ailesini itmek, bir kadını hayatından çıkarmak için kullandığı yöntemler tanıdık, sıradan ve kötü görünmeyecek hatta burjuva ahlakına çok uygun olduğu için incelik gibi bile görünebilecek şeylerdir. Düz kötüyü anlatmak için düz bir sinemayı seçmek birer tercih olabilir. Ancak Ercan Kesalın varlığı ve üstlendiği rol, önceki Zeki Demirkubuz filmlerine yapılan göndermeler, ışık ve gölge oyunları, camlarda gördüğümüz yansımalar, adeta Gaspar Noenin Irreversible filmine ya da bir önceki filmi Yeraltına yapılan atıf, filmi özel kılacak noktalar. Ben sinemayı-sanatı yazan bir insanın gözüyle baktığımda bunları yakalayabilirken seyirci ancak Demirkubuz, NBC gibi yönetmenlere aşina ise bunları anlayacak ya da özümseyecektir. Bu da beni Demirkubuzun bu şahsi filmi çekerken seyirci ile arasına mesafe koymak istediği, hatta seçkinci bir yol izlemeye çalıştığı sonucuna götürüyor. Final başka türlü olsa daha çok sevebilirdim filmi ama her ne kadar fazla literal bulmuş olsam da bir yönetmeni kendi filmini yaparken ve sonlandırırken o şekilde görmekten kendi adıma haz duydum.
GÖZYAŞLARIYLA AF DİLEMEK
İlk yarım saatini atlatan seyirciye kimi yerde kahkaha da attırabilecek, sadece Demirkubuzu oyuncu olarak merak edenlere bile yetebilecek, ilginç sınıfsal çıkarımlar yapabileceğiniz, mutlaka izlenmeyi hak eden bir film Bulantı. Demirkubuz sinemasında bir geri adım ya da tür değişikliğinin habercisi midir, bunu da bekleyip göreceğiz. Bir yönetmenin kendini filmin tam merkezine yerleştirme çabası sadece yönetmen tercihini değil aynı zamanda filmin içerdiği otobiyografik yanları anlatabileceği gibi, belli ego sıkıntılarını yansıtabilir. Ya da belki yansıtması için özellikle yapılmıştır. Filmde karşımıza çıkan karanlık ve mum ışığı eşliğinde çekilmiş sahneler; sadece bir yönetmen arkadaşa ve onun ödüllü filmine selam çakmak değil, aynı zamanda filmin anlattığı şeyi vurgulayan bir mekanizmadır. Mum ışığında büyüyen o gölge; Ahmetin şişkin egosunu, egosunun büyüklüğü karşısında küçülen benliğini anlatır. Diğer tarafta ev temizleyen, belki de Ahmetin istediği aileyi temsil eden alt sınıf kadını gölgesiyle bile küçük, kırgın ve boynu bükük durur. Bir Zamanlar Anadolunun mumlarıyla Yeraltına iner Ahmet. Kaçtığı şeye sığınır, orada vicdanını yıkar gözyaşlarıyla, af diler. Belki de bana öyle gelmiştir. İyi seyirler