Sayfa Yükleniyor...
Yola sanatı eleştirmekle başlayalım dedim. Filmler ve romanlar aracılığıyla sanatı belirginleştirmekle. Zira sanatın nerede var olduğunu ve nasıl geliştiğini görmek istiyorsanız yönünüzü filmlere ve romanlara çevirmeniz yeterli. En anlamlısı da ne biliyor musunuz? Bir uyarlama eseri incelemek. Edebi bir romanın ekrana nasıl lanse edildiğine şahitlik etmek, yazar ve yönetmenin uzlaştığı, kesiştiği noktaları görmek, seyirciye romanı daha iyiydi, filminden daha çok etkilendim dedirtmek. En önemlisi de ne biliyor musunuz? İnsanlara aynı konu üzerinden iki farklı dünya açmak. Şimdi gelin bu iki farklı dünyaya kısa bir yolculuk yapalım ve uyarlama nedir deyip başlayalım. Sözlükteki anlamına bakacak olursak uyarlama; yabancı dilde yazılmış bir eseri, çevrildiği dilin konuşulduğu toplumun yaşayışına, inançlarına duyuş ve düşünüşüne uygun duruma getirildiği serbest çeviridir. Fakat sözlükteki anlamının dışına çıkarak konuyu senaryo uyarlamalarına getirmek istiyorum. Birçok kitap, yönetmenler tarafından dönüştürülerek ya da uyarlanarak beyaz perdeye aktarıldı / aktarılıyor. Bunun amacı ise okuyucuyu artık birer izleyici haline getirmek, kitapta var olan tasvirleri / betimlemeleri farklı efektlerle kurgu ederek, görsel anlamda karakteri, olayı canlandırmak. Aslına sadık kalmayıp tamamen değişime uğrayan kitapların senaryo haline getirilmesine dönüştürülme denirken, aslına sadık kalınarak yapılan sadece eksiltmelerin veyahut eklenmelerin olduğu senaryolara ise uyarlama deniliyor. Yapılan bu eksiltmeler ve eklenmeler ya siyasi bir ideolojiden dolayı ya zaman yönetiminden dolayı ya da izleyicide farklı refleksler oluşturmaktan dolayı gerçekleştiriliyor. Peki yapılan bu uyarlamalar izleyici tarafından ne denli doğru bulunuyor? Farklı düşünüş tarzlarına sahip olan izleyici kitlesi hakkında genel bir yorum yapmak yanlış olacağı için, bir iletişim mezunu olarak soruyu şu şekilde yanıtlamak istiyorum. Roman ve senaryo ortak bir terminoloji kullanır. Her ikisi de bir öykü anlatır. Bu nedenle sinema için edebi uyarlamalar kaçınılmazdır. Türkiye ve dünya sinemasına baktığımızda pek çok filmin edebiyat uyarlaması olduğunu görürüz. Ben kişisel olarak edebi uyarlamaları sevdiğimi belirtebilirim. Birebir romanın aslına sadık kalınan uyarlamalar ya da Bir Zamanlar Anadolu da olduğu gibi, bu tarz eserlerden esinlenerek yapılan uyarlamalar bana keyif verir. Çünkü yazar gibi yönetmen de (tıpkı Nuri Bilge Ceylanın yapmış olduğu gibi) senaryoya farklı bir sanatsal bakış kazandırmıştır. Bunun gerçekleştiği hiçbir uyarlama bana rahatsızlık vermez. Uyarlamanın ne olduğuna dair zihinde bir şeyler oluşturduğumu düşünüyorum. Fakat örnekleme yaparak da konuyu netleştirebiliriz;
Dünyada Yedinci Sanat olarak kabul edilen sinemanın serüveni, George Melies tarafından çekilen Aya Yolculuk (Le Voyage Dans la Lune, 1902) filmi ile birlikte başladı. Meliesin çektiği bu ilk konulu film, Jules Vernein aynı isimli romanından uyarladığı için ilk uyarlama film olarak kabul edilir. Sinema ile edebiyatın amaçları aynı olsa da araçları farklı. Örneğin edebiyatın malzemesi dil iken, sinemanın malzemesi görüntüdür. Sinema ile edebiyatı birbirinden ayıran bir özellik de şöyledir; edebiyatta sözcüklerle anlatılan okuyucunun hayal dünyasına bağlıdır, sinemada ise soyut sözcüklerle ifade edilenin görüntüde ancak tek bir karşılığı olur ve bu izleyicinin hayal dünyasına bırakılmaz. Sinemanın süreçlerine baktığımızda en önemli yapı taşlarından biri olarak senaryoyu görürüz. Senaryoları da ikiye ayırabiliriz: Bunlardan birincisi film yapmak isteyen kişinin tasarladığı konuyu, yalnızca sinema diliyle ifade edilecek şekilde vücuda getirdiği özgün senaryo; diğeri ise daha önce yazılmış bir metni senaryo biçimine dönüştürme işlemi olan uyarlamadır. Değerli yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan, 67. Cannes Film Festivalinde, Kış Uykusu filmiyle Altın Palmiye Ödülünü kazandı. Nuri Bilge Ceylan, edebiyata en yakın yönetmen olarak biliniyor. Film çalışmalarında yazarlarımızla sıkı ilişkiler kurduğu gibi film dili de edebiyatı çağrıştırıyor. Kış Uykusunda Çehovdan da yararlandığını söylüyor. Çehov anti- klimaks olarak adlandırılan bu çözümsüzlük anlatısının ustasıdır. Kahramanlarına bir dönüm noktası yaşatır, bu öyle bir andır ki hayatlarını o an için farklı bir boyutta algılama gücü verir ama sonunda bu farkına varış anı başka bir şeye dönüşemez, idealler ötesinde bir hayal kırıklığı yaşar kahramanlar. Çok gerçekçi bir yaklaşımdır bu, sürekli aynı hataların cezasını çektiklerini görürüz. Bu anlamsızlık boyutunda bir boşluk oluşturur. Nuri Bilge Ceylanın elinde benzer bir çözümsüzlük duygusuyla kalırız. Çözümler bize görünürken, kahramanlara görünmez. Bir an için yılkı atının özgürlüğüne kavuşması bir umut vaat ederken, tavşanın ölümü bu umudu yok eder. Filmdeki kahramanlar arasında önce at ile özdeşleştirdiğimiz ve en büyük yakınlığı kurduğumuz çocuk, tavşana dönüşür. Yok edilir başkaldırısı. Babasının geri dönüşsüz ve yine çözümsüz başkaldırısına mahkum kalırlar. Sonuçta bir şey değişmemiş, kimsenin hayatında dramatik bir çözümlenme olamamıştır.
Lev Tolstoy , Sanat; düşünebilen, gerçeği görebilen, toplumu anlayabilen insanların işidir der. Bende kendini bu şekilde tanımlayanlara hitap ediyorum. Manevi kültürün tümü gibi sanat da emekten doğar ve gelişir kuşkusuz. Yazarlarımız ve yönetmenlerimiz emek verip yaşamın ötesini, asıl anlam var eden şeyi yeniden inşa ederken, bizlere düşen de ona ortaklık etmek. Sanatı yapan kadar onu alımlayan da önemlidir. Yani sizler. Karşılıklı bu etkileşim sürecinde film ve roman tavsiyelerimin, düşüncelerinize ışık tutması dileğiyle.