Sayfa Yükleniyor...
VAR OLDUM, KAYBOLDUĞUM EN SOĞUK YERDE
Ferit Edgünün O adlı romanından uyarlanıp, Erden Kıralın, yönettiği Hakkaride Bir Mevsim (1979), sinemanın sadece göstererek, görselliğe yaslanarak neler yapabileceğini kanıtlayan örnek filmlerden biri. Tamamlanmasından ancak dört yıl sonra ülkemizde gösterim izni alabilen film, belgesel nitelikteki görüntüleriyle estetik sinemanın başyapıtlarından. Kıral bu filmde, görüntünün gücünü Hakkarinin bir köyünde tespit eder. Dize dize görüntülerle âdeta doğanın şiirini yazar.
Bir dağın eteklerinde kurulmuş Hakkârinin Pirkanis köyü. Her yer karlarla kaplı: bembeyaz. İnsanlar sırtlarını dağa vermişler bir ölüm sessizliğini yaşıyorlar. Havada sadece bir rüzgar, tipi uğultusu. Elinde çantası bir yabancı köye giriyor. Köy halkı ona garip garip bakıyor. Sanki kendi talihsiz kaderlerini yaşamaya gelen bu yabancıya acıyorlar. Çünkü acı onların hayatlarının bir parçası. Burada kar durmaksızın insanların üstüne yağar. Bembeyaz dağlar, bütün görkemiyle gökyüzüne yükselir. Burada insanların hayalleri bile dağların arkasına ulaşamaz. Hayaller, dağların eteklerinde takılır kalır. Denizlere, güneşlere ulaşamaz burada hayaller. Ve elleri koynunda, pasaklı, sevimli, çaresiz çocukların üstüne durmaksızın kar yağar. Burada hayatın anlamı, dağlara katlanmanın sırrını bulmaktan geçer. Burada hayat dağlar, kurt, bayrak, ölüm kelimelerinin sınırlarını asla aşamaz. Ve hayat katlanmakla özdeştir burada. Acıya, yoksulluğa, çaresizliğe, haksızlığa. Burası Hakkaride bir köy. Pirkanis köyü. Burada hiç portakal yememiş çocuklar yaşar. Ve elinde çantası bir yabancı köye girer.
Bu yabancı, görevi gereği buraya gönderilen bir yazar/öğretmendir. Hem sürgün, hem de mahkumdur. Yazarımız, birkaç gün içinde nasıl bir evrene düştüğünün ayrımına varır. Yetişme koşulları, eşyaya, dünyaya bakışı, dili köydeki insanlardan tümüyle farklıdır. Sanki bir başka dünyaya gelmiş gibidir. Tam bir yabancılaşma, hatta çarpılmayla karşı karşıyadır. Gördükleri gerçek değil bir düştür. Okulu açar, çocukları toplar. Ne anlatacaktır onlara? Ortak bir dilleri bile yoktur. Yoksul ve çaresiz çocuklarla iki yabancı gibi birbirlerine bakarlar. Köyün yolları kapanıp şehirle bağlantısı kesilince her şey daha bir açığa çıkar: Çocuklar kitapsız, deftersiz olduğu kadar ilaçsızdır da. Birbiri ardına çocuk ölümleri başlar. Köylüler kurtarıcı olarak onu görürler. Oysa o hekim değil, öğretmendir. Ne var ki köylüler böyle düşünmemektedir. Yazarımız zamanla bu acılı insanlara yardım edememenin çaresizliğiyle gittikçe bunalır. Her gün yeni bir şokla sarsılmaktadır. Bir mal gibi alınıp satılan, bir fiyatları olan kadınları tanır, portakal görmemiş çocukları. Bir gün bir çocuk odasına girerek kardeşinin hasta olduğunu söyler. İlaç vermek ister ama gelen çocuk bunu kabul etmez. Hayır, der, portakal ver. Kardeşim hiç portakal yememiştir. Sonra öğretmenden iki portakalı alıp güneş ışığına doğru tutar. Hayretinden ve sevincinden çocuğun gözleri ışıldamaktadır.
Gördüklerinin, yaşadıklarının şokuyla, bundan önceki hayatının gerçekliğine ilişkin kuşkuları günden güne artar öğretmenin. Öyle bir hayatı var mıdır? Olmuş mudur? Var ise bütün bu gördükleri neye tekabül etmektedir. Geçmişine ait bildikleri tümüyle bir düşe dönüşür. Gaz lâmbasının altında bütün bunlara bakar. Bir sevgili, yaşanılan anılar, mektuplar. Dışarıda çocuk ölümleri. Artık yolunu yitirmiş zavallı bir yolcu gibidir. Dostları, sevgilisi köy hakkında bilgi isterler. Ama onlara burayı nasıl anlatacaktır. Burasını anlatacak kelimeleri nasıl bulacaktır. Burada yaşanmadan, bu acılarla içselleşmeden buraları tanımak, tanımlamak mümkün müdür? Hangi fotoğraf bu gerçekliği yakalayabilecektir? Türkülerin, ağıtların, acıların, kanayan yaraların fotoğrafını çekmek mümkün müdür? Hele karın altında yatan çıplak bebe ölüsünün. Haliti, Zaziyi, Muhtarı, Seyiti hangi fotoğraf karesi anlatabilir ki? Fotoğrafını çekemese bile yazmaya karar verir. Doğruları söylemek için değil, kendi kendisiyle konuşmak, çıldırmamak için. Önünde daktilo, gaz lâmbası altında yazmaya başlar. Yazdıklarını zarfa koyup gönderir sevdiğine! Sahi sevdiği var mıydı, yoksa arkadaşı mıydı gönderdiği ya da belki hiç kimse değildi. Kaybolduğunu düşündüğü ancak var olduğu, kendini bulduğu o köyü yeniden hep yeniden pekiştirmek için yazıyordu durmadan. Köyün acılarını yazıyordu, çocukların eğitimsizliğini, ulaşımın olmayışını, kuma getirilen ve eşleri tarafından yok sayılan kadınları! yazıyordu. Kıtlama şekeri yazıyordu belki de. Dağların eteklerini kaplayan bembeyaz karları yazıyordu. Portakalı yazıyordu. Evet evet, çocukların tadını en kötüsü de kokusunu bilmedikleri o muazzam portakalı yazıyordu nerede olduğunu bilmediği sevgilisine belki de geleceğine veyahut geçmişine. Belki de sitem ediyordur kim olduğunu bilmediği sevgilisine. Aynen şu sözleriyle. Kafka, karabasanlarında gördü belki seni, ama adlandıramadı. (ya da girmedin onun düşlerine) Bilseydi, senin gibi bir yer var yeryüzünde, en korkunç kitabın konusu sen olurdun. Tolstoy bilseydi seni, soyluluğundan bin beter utanırdı. Ve kim bilir belki yazarlığından. Şimdi benim utandığım gibi. Ayyakum bilseydi yakınında senin gibi bir kent olduğunu, kafkasları aşıp çile çekmeye sana gelir, senin mağaralarında yaşardı. Dostoyevski sürülseydi sana yer üstünden notları yazardı ya da suç ve suçu.