Sayfa Yükleniyor...
Zaman tarihin rüzgarından kaçan imgelerin peşinden koştururken arkasından kanat çırparak gelen kuşların çığlıklarında kaldı. Melodiler eski mısır tanrıçalarından kaçırılmış kum taneleriyle altın saçlı bir rüyanın eşiğinde bekliyordu. Her şey bir çırpıda değişen duyguların anıta dönüşen bakışları arasında kendini arayan kahine doğru yürüyordu.
Kahinler, aşka adadıkları şiirleri unutmamak için kuşların dilinde uzun yolculuklara ve uzun öykülere armağan ederek susuyordu. Zamanın her akşam sustuğu, alaca bulutların şaraba dönüşmesi bir dizenin yere düşmesine bağlıydı. Burada şair annesinin gözyaşlarını doğumdan saklayarak kendi yol fenerlerinde kullanan havarilerin peşinde koşturan çocuktu.
Bütün efsaneler böyle başlıyordu. Ama sen yoktun...
Şiirlerin beşik sallamasındaki mırıltılar derin anlamıyla ırmaklara ulaşmasının kanatları böyle bir gecenin sabahına ulaşırken biterdi. Bu uzun süreç büyücülerin ve şairlerin anavatanından kovuldukları saatlere yol çizen haritalara dokunurken tapınakların taş yüzündeki ay yüzlü bebekler yeniden doğar ve yeniden gizemli bir sayfaya şiir düşerdi.
Bunca ayrılıkların ve derin sözcüklerin söylemek istediği, katran karası bir dünyadan çıkışın nur yüzlü kandilleri ve ruhani topraklarını öperek suyu kutsayan kadim dostlukların şiiriydi. Şiir burada zamanın gözlerinde saklanarak gün yüzüne çıkmış sevginin kılığında ve direnen bakışların sesinde kanatlarını saklayan yaşlı bir dervişin özlediği ekmeğin kokusunda secdeye varacak bir sevgiliyi yaratmanın içindeydi.
Ses, kahinin şarabi bakışları arasından düşerek paramparça olduğunda yaşlı eteklerine yapışıp kalan pırıltıları topladığı defterdi, harflerin özgür çığlıklarını melodiye çeviren pandoranın kutusuydu. Doğan ve doğacak bütün çocukların büyüklere söylediği ninniler, şarkılar eşliğinde eriyen dualardı, aslında.
Derin karanlıkların uğultusunu kendi içinde saklayan suların aşka, ışığa, sevgiye ulaşırken kendi kendine söylediği şarkıdan bize kalan ayak izleriydi. Şiirin ve şairin mırıldandığı; bir kâhinin derisinde dövülmüş ilahi sözcüklerin kardeşleriyle kutsal duvarların dibinde söylenen ilahiye ek olarak söylemek istediklerinin kendisiydi. Sen yoktun Selmina
Ses Çığlık Melodi Sevgi Ölüm Aşk.. Ve tanrının insanlara armağan ettiği kanatların sessizce ırmağa dönüşmesi, kartalın sözcüklerle dağdan aşağıya düşmesiydi. Ve bu nedenle uzun süren karanlıkların bittiği ve ağladığı gecelerden veya derin saatlerden sonra gözlerin kör dokunuşundan sıyrıldığı perdedeki ışıktı şiir. Şair, kahindi ve kovulandı kendi cehenneminden
Hayat bir çırpıda geçen kuşların kanatlarından düşen en küçük tüyün hafifliğinde ağladı çocuk renkleriyle. Ağır ve derindi sözcükler. Anlamın içindeki ışığı kendine saklayan hırçın bir sevgilinin yumuşak beyaz elleriydi. Ellerine uzanmak isteyen ellerin gölgesiydi onlar Selmina sevişmenin, kendine sakladığı dokunuşların perisinden kalan alfabeler kızıl bir ateşin içinden geçerek namaza durdu. İbadetin teslimiyetçi ruhunu ayaklandıran bir vaizin isyana çağrısını sessizce kalıplara döken, kendine akan gözyaşların arasında mırıldandığı ilahiydin sen onun yanında. Ney eşliğinde kendi içinden çıkıp günah dünyasına ayak basan bakışlarının izlerini sana çizerek yürüdü. Ve o yürüyüş şiir, o kahin zamana tanıklığın kadim acılarını yanında getiren şairdi.
Susmalıydı, konuşmalıydı, haykırmalıydı, mırıldanmalı ve yerine göre ayaklanmalıydı, sana olan aşkı yüzünden. Bindiği atların çektiği sözcükler hep yaralıydı aslında. Ellerinde yüzyılların çizgisini yüzüne taşıyarak baktığı hayat, zalimlerin ve zebanilerin artığı bir sofranın örümcek ağlarında çırpınan böceklerin ve sözcüklerin toplamında kirliydi. Söylenemeyen aşkların hayata armağanıydı, hüzün ve gözlere yazılan o derin bakışlar.
Hayat zamanın içinde kendi merdivenlerini çıkarken, uzayıp giden umutların kıyısında kaval çalan bütün çobanların ezbere bilmediği ezginin büyülü kısmına tutunuyordu. Hayat, yalnız değildi; sözcüleri ve sözcükleri vardı. En kötü anlarda bile binlerce metre derinlerden insanın kendisine sığınan uçsuz bucaksız bir aşkın gözyaşlarını, yeni doğacak çocuklara verdi.
Sen yoktun Selmina
Günahsız saatlerin gözlerine yaş vermek, tanrısal bir duanın buhurlarıyla yıkanmış son dizelerin küçücük bir yürekten dünyaya serpildiği anların içinde; şarap kokulu hüzünlerin gölgesinde kendi cehenneminden geçerek sevgiliye sarılacağı gölgeliğe gitmekti. Ve şair böyle yaptı. Şeytanı ve perileri de yanına alarak çekildi kıyısına acıların.
En hırçın atlar, aşk zamanındaki yelelerini boyamadan ve salt rüzgarda bırakarak koşan tayların peşinden giden sevgililerin vefasızlığı ile kendine gelirdi. Susmak uzundu, bulutların renklerinden kendi magmasına serpilip uyumaktı, gözlerin en dip sayfasında. Ve dinginleşmek Soğuk suya atlayan bir kelebeğin kanatlarında kalan birkaç damla gözyaşının şiirini yazmak için oturdu ağacın yapraklarına kâhin. Şiiri bekliyordu, rüzgârın arkasından düşecek çiçeklerin renklerinde. Hepsi bir manada buluşmuş gibi güldüler. Sözcükler aniden renge, sese ve kokuya sarılarak uyku saatinde sarıldığı beyaz tenli sevgilinin avuç içlerindeki çizgilere hayatı çizerek zamana armağan ettiler.
Sen yoktun aslında.
Şair ve şiir yoktu. Renkler atların rüzgârından başka bir şey değildi. Sesler sarhoş bir kahinin delik ayakkabısından dökülen toprakların son çığlığıydı ve anlamsızdı. Çünkü hayat zaten topraktı. Zaten rüyada geçen zamanın kardeşi ve öksüz doğan aşkların içindeydi. Ve kâhin hiç gelmemişti tapınakların dış duvarlarına. Meşaleler kendi yüreğinden gözlerine ulaşan umutların yangın yerinden hiç çıkmadı. Şarap ta yoktu aslında. Hayatın kendisine sakladığı esrik mektupların hiç biri yazılmadı. Ve uzun bir uykunun çocukları döküldü sarkaç bir meridyenin ışığına doğru koşturan yıldızlardan.
Sen yoktun Selmina Her şey yalandı. Yıldızlar da. Kahinler hiç gelmediler yanıma. Şiir hiç dökülmedi ruhumun tapınaklarına ve ben hiç gitmedim gelgitlerin okyanusundaki çocuklara.
Kuştu zaman. Şiirdi gözlerin. Ölümdü, gece. Şarap hüznümün rengiydi. Sen yoktun Selmina, sen olmadığın ve dokunmadığın. Yoktun Yoktum hep çocuklara oyundu zaman