2

“Aşkın Yüzyılı – Elizabeth”


  • Oluşturulma Tarihi : 29.10.2016 07:11
  • Güncelleme Tarihi :

2005 yılında sürgüne gönderildiğim Datça’da; zamanın donduğu, kokuların rüzgara yüklenmiş hafif melek kanatlarında dolaştığı bir zaman diliminde küçük ama şirin sahil kasabasının tam merkezinde galeri olarak kullanılan taş binanın içine girdim.

Duvarlarda yaralı kuşların ayak izlerine saklanmış gölgelerden akan hayatların farklı anlatımlarından sarhoş olmuş tuvallerin içinde bir kadın oturuyordu. Kadın, 18. yy salonlarında unutulmuş bakışlarındaki rutubet kokusundan dışarıya çıkmanın huzurunu veren beyaz giysisi içinde kendine bakıyordu. Kadın yalnızlığını kenarları dantelli elbisesine ve tuvallerdeki garip hayvanların bakışlarına ödünç vermiş gibi pencerenin önündeki tütsüyü ve mumu kırmızı şaraba boşaltırken, bana baktı.

Ben beyaz üniformalı, genç ve yakışıklı olmama rağmen, o elimdeki kitabın sararmış sayfalarından dökülen sözcüklerin arkasına saklanan gölgeme ve oradan da kapının arkasında asılı uzun bir çanın sesine kulak verdi. Uzun bir çığlıktan arta kalan bir hayatın içinden imbikle süzülmüş renkleri sevdiğini tuvallere dağıttığı hayallerinden, belliydi.

Kendisi bir masal kahramanı gibi fısıldayarak anlamadığım bir dilden aryalar söyleyip, sahnelerin, bütün dünya sahnelerinin yıkanmadan asılı durduğu yerde rengini salan kadife perdelerin içinde saklanmış bir sesin yumuşaklığını taş duvarların sert ve soğuk yüzünde düşürerek ayağa kalktı.

Bu kadın Elizabeth’ti.

Şaman atalarımın kıl çadırından ve tütsülerin derin zamanından çıkmadan, gökyüzüne açmış olduğu yüreğinin arkasından gelen seslerin tınısını bir renk kıyısında besleyerek gelen ceylanların, kartalların ve insan dışındaki bütün hayvanların ortak kaderini heybesine doldurmuş büyücülerin ortasındaydı. Susuyordu… Susuyor gibiydi… Belki de konuşuyordu… Dilsiz bütün çocukların mırıltıları arasında kendini ifade edebilmek için bütün ağırlığını bakışlarına ve oradan düşen hayallerine vermişti.

Hayalleri odanın içinde dolaşan bütün sözcüklerin ağırlığını duvardan duvara çarparak çıkardığı rüzgârın kanatlarını tablolardan dışarı kaçırmak isteyen yaramaz çocukların en yaşlısıydı. Elizabeth bana bakıyordu. Ben tablolara… Tablolar duvarlara… Duvarlar kendini ifade etmeye çalışan rüzgarın peşinden denize, denizden yelkenlilere ve oradan sonu ölüm olan uzun bir yolculuğa çıkan sessizlik içindeki büyümeyen çocuklara…

Aslında taş binanın içindeki her şey çığlığın somutlaşmış haliydi.

Ben çığlıktım. Ve sürgündeydim.

Tablolar uzun bir yangın sonrasında kendine gelen gölgelerin çılgın hayvan gözlerinde direnmesi ve oradan da hayattan intikam almak için renklere bürünmüş bir şeytani melekti. Tablolar ve Elizabeth, kendilerine sakladıkları bir masalın ucundan tutarken gülümseyen bir çocuğun elleri kadar büyüktü.

Aşk büyüktü… Kavgalar… Ayrılıklar… Hüzünler… Ölümler… Hepsi ve diğerlerinin arkasından gelen hepsi bir çocuğun sürekli büyüyen elleri kadardı.

Dışarıda farklı mevsimlerin habercileri sarı yapraklarını çalıp ağaçlardan saklanırken, düşen zaman içinde sokaktan geçen yaşlı teyzelerin derin bakışlarıyla ağaçlara yaslanmaları yeni değildi. Tarihin yorgun havarilerine ev sahipliği yapmış bu sokakların en sonundaki bu taş bina hepsinin arkasından ağlayan anıların mezarıydı.

Biz bir mezardaydık.

Elizabeth, ben ve tablolar aslında bir önceki yaşamımızın bizi buluşturduğu sahneden düşerken yaralanmış yanlarımızla pencereden dışarıya baktık. Dışarıda kötü bir saat sürekli hayatın saklanmış sayfalarından öğrendiği ninnileri mırıldanarak geliyordu…

Tuvaller, derin bir hayatın kıyısında dinlenen havarilerden arta kalan kuşların son şarkısını yakalamış gibi keyifli bakan sarhoş bir kedi ile ön sırada beklerken arkasından gelen denizkızının kafasına taktığı yelkenliden uzun soluklu masallar da düşer gibiydi.

Düştü de…

Ses geliyordu… Renkler geliyordu… Desenler, figürler, ayaklanmış hayvanlar, anılar ve çırılçıplak soyunmuş çocukların tabutları bir fırtınadan sonra sahile vuran beyaz köpükler içinde evden kaçıyordu. Zaman kaçıyordu… Hayat kaçıyordu… Renkler ve kuşlar, çocukların ellerindeki sıcaklık uzun bir şarkıdan sonra ne kaldıysa hepsi birleşmiş bir sayfadan düşüyordu…

Düştü… Elizabeth… Büyücü ve çılgın kadın… Şaman ressam.

Bir kitaba düştü… Derin kanatların yapraklarında arya söyleyerek…

Datça da yaşayan dostum gerçeküstücü-şaman ressam Elizabeth Tuğanova, genç yazar Selmina Melikoğlu’nun kalemiyle uzun soluklu hüzün ve aşkların son şarkısı olan “Aşkın Yüzyılı-ELİZABETH” kitabına düştü.

Son yıllarda okuduğum en ilginç, roman. 18. YY Rusya’sından günümüze kadar devam eden 100 yıllık bir tarih diliminde bireysel ve toplumsal değişimlerin birey toplum ilişkisi içinde yaşanılan aşkların ve kırılmaların kahramanı Elizabeth ile uzun bir yolculuğa çıkıyoruz…

Romanın içindeki yolculukta bir çağa, bir topluma, bir hayata ve hepsinin derin acılarındaki kırılmalara tanık oluyorken, şaşırıyorum… Çünkü yıllardır tanıdığımı sandığım arkadaşım LİZ’in meğerse bana açmadığı ne kadar çok sırrı ve yüreği varmış…

Müthiş bir kurgu, müthiş bir anlatım ve elbette Elizabeth’in hayatından yola çıkılarak yaratılan eser AŞKIN YÜZYILI –ELİZABETH”

Romanı bitirdikten sonra, gözleriniz ışıldarken, yalnızca içinizden ağlayacaksınız… Ve LİZ’i görmek için ilk biletle Datça’ya gideceksiniz… Ve orda aşk yeniden başlayacak…

“Aşkın Yüzyılı – Elizabeth”
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan