2

Barışa Su Olmalı


  • Oluşturulma Tarihi : 02.04.2016 07:04
  • Güncelleme Tarihi :

Havalar ısındı.

Yerde insanlar, gökyüzünde bulutlar göç halindedir…

Yağmur kendi saflığında yıkanmadan bir çırpıda geldi geçti… Islaklığını hissetmeden kendi serinliğinde coşmadan toprağa sızan kollarının arkasından kendi izini sildi. Deniz susuz günlere tuzunu hazırlıyor. Derinliği kirlenen kıyılar kendi rengini içine gömerek kıyılardan kumsala çekiliyor... Doğa son uyarısını yaptı. Martılar artık çöplükte toplanmaktadır. Hayatın kendisi de…

Bozuldu… Her şey bozuldu…

Kumlar ıslaklığın serinliğinde kalan avuçlarını gelecek çocukların küreklerine sakladı sessizce. Bir masal içinde herkes. Dilsiz ve sağır ve yalnızca o anlık görüntü. İnsanlar birbirinin yüzüne bakmadan düşen yaprakların arkasından ölüyor. Kumsal ve oyun yalnızca kitaplardan yırtılan ve saklanan bir sayfa gibi duruyor. Birileri sürekli yalan söylüyor veya çocuklara hep yalan söylendi. Deniz yoktu aslında… Kumsal hiç yoktu… Uzanmak ve gökyüzüne korkusuzca bakmak ve sonra avuçlayıp kumu küreğe atmak yoktu… Hiç olmadı yıllardır kuruyan ırmaklarda. Bizi farklı iklimlere attılar. Hepimiz hep birlikte kürekler ve kazmalar arasında kaldık. Kumsal değildi küreğin yaslandığı, kova değildi balıkların suyundaki ve biz aslında hiç değildik, çoğalan ölüler arkasında.

Havalar hızla ısındı. Göç yolları…

Kışı atlattık. Bazıları ölümü de…

Artık birbirimizi görmesek bile aynı acılarda ağlayan çocukların renkli elbiselerinde kalan baharın son çiçeklerinden düşen gözyaşıyız.

Yağmur sustu… Ağlamak bir şeyi değiştirmiyor artık. Bağırmak, çağırmak kör ve sağır bir hayatın kıyısında dinlenen ve yalnızca kendi sesini duyan insanlara bir şey anlatmıyor. Herkes kendi ikliminde… Acılar ve yalnızlıklar kendi ikliminde… Ölümler de kalan son çığlık da kendi sesinde yalnız. Çöpçüler medeniyetten kalan tabutları sivri uçlu bombalarla dağıtıyorlar memleketin sokak aralarına. Oyun bahçelerinde simit satan çocukların yerini ağır giysili robotlar aldı. Cehennemin bir diğer adını onlar saklıyor şimdi. Ve onlar da farkında olmadan öldürdükleriyle ölüyorlar. Her merminin bıraktığı izin sesinde bir ağıt yükselirken dünyanın umurunda olmayan bankalar kasalara sıkışarak ölümsüz türküsünü çeklere yazıyor, bilmiyorlar.

Yağmur yok…

Zaman hiç bu kadar tünele ve karanlığa gömülmemişti. Ölen çocuklar hiç bu kadar yabancı değildi kendilerine. Hiçbir şeyin farkına varmadan oturdukları bez sofranın soğanından ve hamurun yanmışından almadan sığındılar kucağına hayatın. Hayat yağmurdan sonra anneydi… Ve anneler sürekli hayat doğuruyordu, gözyaşlarıyla. Bütün bu doğumlardan ve renklerden sorumlu tutulan umutlarını bir peçeteye sararak ceplerine koydular. Koyacaklardı da…

Dışarıda ve içerde son seslerin ninnisini yırtık lastik ayakkabısına sığdırmaya çalışan çocukların en büyüğü şarkı söylemeyi öğrendi.

Aslında öğrenmek iyi bir şeydi. Bedeli de olsa fena bir şey değildi.

Düşmanlık… Birbirini vuruyordu anılar ve yağmur hiç yoktu.

Ve en ilginci, birbirini tanımadan kayaların dibinde küçük oyuklara saklanan marşların en ince tellisini saçlarına toka diye konduran çilli kız da vurulmuştu. Herkes vurgundu. Herkes yarım bıraktığı bir yudum suyun kıyısında umutlarını birbirinden saklayan çocuklar toplamıydı.

Çocuklardan biri poşulu bir gerillaydı… Çocuklardan biri yoğun ve yorgun bir asker. Pencereden vızıldayarak geçen kurşunlar onlara ait değildi. Attıkları bombaları da başkası yapmıştı. Bu hendekleri ve dağları da yapanlar yine başka bir iklimin ağacından meyve toplayanlardı.

Yağmur hiç yoktu. Umut uzaklardaydı.

Susmak gerekiyordu. Sonra ölüleri toplamak!

Aslında herkes ölüydü.

Tanklar, toplar, uçaklar ve ekmeğin yere düşen kısmı da ölüydü.

Duman sıcağından bodruma kaçanlar karanlığa alışık insanlardı. Uzun namlulu silahları da bebek kundağına sarıp yola çıkanlar da öyle. Herkes kendi yarasını kendi giysisine bırakıp kaçıyordu. Ne kadar çok kaçıyorduk!

Hava çok sıcak… Hava memleketin ağırlığındaydı. Hava Diyarbakır, hava Mardin, hava az önce giden şehitlerin ellerindeki ter kadar yanıktı bağrına. Yağmur başka kentlerdeydi.

Tanrım ne bu kargaşa… Tanrım ne bu sıcak!

Cehennemin penceresini kim açtı bu sayfada… Bu kadar çocuğu kim emzirdi, kim sakladı ekmeği bu karanlık ülkede…

Mevsimlerin de tadı kalmadı. Bu hayatın doğurgan keyfi de kalmadı. Herkes bilerek sıcağa koşuyor ve herkes yangın peşinde suyu ararken birbirini vuruyor…

Oysa yağmur yağmalıydı, oysa serinlemeliydi ortalık… Biraz kardeşti onlar aslında. Ayrı anaların aynı türkülerinde beşikleri sallanmıştı Anadolu’dan. Farkında olmadan tenleri de aynı buğdaydan alınmıştı ve yoksuldu kaderleri. Susuzdu aşkları, özlemdi huzur duası ve sonsuza kadar anne kucağında uyumaktı, kirlenmemiş ve basılmamış bir sofradan bekledikleri.

Yağmurda ıslanmadılar… Onlar çocuktu oyun aralarında…

Mevsim cehennemin penceresinden bakıyor şimdi. Bulutlar göç eden aşkların peşinden kaçıp çocukların son perdesinde gölgesini arıyor. Hayat karmaşık oyunların sahnesinde maskeliydi zaten. Bütün kahraman çocuklardan masallar okuyordu rüzgar ve sonra yağmura gitti.

Her şey ve herkes masaldı aslında…

Ben masaldım, yaşadığım ülke, yaşadığım acılar masaldı… Gerçek olan yüreğimin kanadığı duvarların sürekli büyümesi ve benimle koşturanların hayata doymamış olmasıydı…

Su… Su gerekiyor… Yangına su, çatlayan dudaklara, kuruyan otlara, çiçeklere, umuda, balıklara, rüzgara, denize, suya…Su…

Su olmalıyım… Yağmur…

Su gibi serinletmeliyim taş oyuğu avuçlarını bütün çocukların… Mermilerini askerin ve gerillanın, mermilerini tankın ve topların, bombalarını uçakların, öfkesini cellatların,

Afe cemmidi…Afe cemmidi…Soğuk su…May  beriid….

Ben ve su… Ben ve çocuklar… Afe cemmidi…

Soğuk su… May beriid…Ve barış, hayatın kumrularına bu toprakların.

 

Barışa Su Olmalı
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan