Sayfa Yükleniyor...
Yeşilin bütün çocukları ovada sere serpe uzanmış, dağların arkasından ağır adımlarla gelen altın sarısı saçlarıyla yüzlerini ısıtan güneşi bekliyordu.
Mardin
Mardinden başlayıp Basra körfezine kadar uzanan bu ovayı Dicle kıyıları hariç hiç bu kadar yeşil görmemiştim. Yıllardır umutlarını kokladığım ve her dokunuşumda ruhumu sonsuz bir acıya armağan eden bu coğrafyanın bu mevsimde bu kadar yeşil çılgını olmasına tanık olmamıştım. Ben bu ovayı hep sarı, altın tozu serpilmiş olarak bilirdim. Hep hüzünlü gemilerin gecelerine demir attığı, sabah ezanında yüzündeki örtüyü açıp yeni gelen kuşlara yüreğini armağan eden çan ve ezan sesiyle sarı bir denizin dalgalanmasına ruhunu bırakan nazlı bir gelin edasındaki bu ovanın yeşile olan tutkusuna şaşırdım.
Renkler değişmiş bu coğrafyada.
İnsanlar belirli belirsiz gözüken gözlerini poşularından ayırırken karamsarlığın veya sahipsizliğin ve belki de belirsiz bir geleceğin yolcusu olarak utanarak ellerindeki sıtıl-kova yoğurtlarıyla kente, kentin taş döşeli yanaklarına bakarak yürüyordu. Bu sokaklar hiçbir zaman bu kadar sessizliği yılan ıslığına saklamamıştı. Bu kent çocukluğundan beri hiç bu kadar cılız ayak sesleriyle gözlerini açmamıştı. Herkes birbirine kuşkuyla bakarken, değişik din, dil ve ırklardan oluşan kardeşlerine hiç bu kadar suskun bakmamıştı.
Her dilden çığırtkan çığlıkları arasına karışan yerel argo söylemlerin insan yüzlerine bıraktığı sevimli bir gülümsemenin yerinde, şahmeranın ayak izlerinde kaybolmaya doğru koşan çocukların şaşkınlığı vardı. Bu kent, on bin yıllık sırrını açtığı ve geceleri zakkum soğuklarından korumak için dağlarını siper ettiği ve öyküsünü beyaz parmak uçlarından taşlara armağan ettiği sokakların, dağların, hayatın bir derdi vardı.
Dertliydi bu kent.
Hüzünlüydü saatlerin birbirine koştuğu daracık sokakların abbaralarından sarkan fesleğenlerin yapıştığı hayat. Çocuklar çocuk kalmaya and içmiş gibi sokak aralarından annelerinin sıcak memesine yapışmış bakıyordu. Anneler, ufuklara, babalar dağlara, gençler; pencerelere gelecek yeni taklacı güvercinlerin beyaz şallarındaki en ince tüyün hüzünlü ezgisini dinlememek için korkuyla birbirlerine bakıyordu. Zaman hiç bu kadar soğuk değildi. Dağlar hiç bu kadar kanlı değildi. Ova hiç bu kadar uzak ve hiç bu kadar yalnız değildi.
Kaleden düşen gözcü askerlerin mendilleri, kanatları kırılmış kartalların son mesajını annelerine ulaştırmadan, sevgililerine sarılmadan kurumuş bir badem ağacı dalından aşağı atlayarak mezarlığı süslüyordu.
Ölüler vardı bu kentte. Bu kadim öykünün taşlarına yeni bir sessizlik tarihini nakşetmeden kilisenin en karanlık sehpasına çöktü rahip. Tanrının ağlamaklı sesini minareden aşağıya düşerken yakalamaya çalışan imamın cebindeki tesbih sırılsıklam kendi yuvasında dönüyordu.
Birileri ağlıyordu!
Çok birileri ağlıyordu!
Kent kendi açmazlarına yenilmeden son sayfasındaki masalın akrebini alarak içine gömdü. Gözyaşlarını, umutlarını, çocuklarını ve badem ağaçlarının yeni açan beyaz kanatlarını tepedeki mağaraya bırakıp kendi kılığına döndü. Kent yalnızdı. İnsanlar kararsız bir sloganın peşinden uyanmış kuşların kanatlarını arayarak çarşıdaki son tellalı arıyordu.
Sonra hep gelecekmiş gibi hayatın bütün kapılarına bakan ve annesini bekleyen Bahenin bir türlü damlamayan ama yüzyıllardır göz çukurlarında parlaklığı saklanan yaşı silmeden annesine, hiç gelmeyen ve gelmeyecek annesine doğru koştu.
Aslında kent koşuyordu. İnsanlar, anneler, çocuklar, yılanlar ve akreplerin tüylü olan sarıların altınından dehlizlere, yalnızlığa, açlığa, korunmaya, susmaya, ölmeye gidiyordu.
Mardin. Memleketim. Hiç bu kadar hüzün kokan rüzgârına düşmemiştim.
Mardin Tütün kokan kaçakçı sokaklarını, aşkların penceresini, taş duvarların masalını, kaleden düşen bütün kuşların kanatlarını saklayacak kadar büyümeyen çocuk sevgilimin bana armağan ettiği son fotoğrafım.
Herkes kendi suskunluğuna susmuş. Herkes kendi yalnızlığın sancısında ve kendi bakışlarının yorganında uzanarak yatan hasta bir hayatın başucunda Aynı çocukların annesi, aynı annelerin çocukları Şahmeranın intikamını alan dehlizlerin gümüşe çalan gölgesinde aynı ırmağın bulanık sularında dökülen bir hoyratın, çok uzun bir havanın ve bin bir gecenin orta yerindeki sabaha uzanan merdivenlerin acılı basamaklarından düşen ses.
Ses Kürtçe ağıt yakıyor
Ses Arapça ağıt yakıyor Ses Türkçe ağıt yakıyor
Ses Süryanice ilahinin kanatlarını duvara bırakmış meleklerin son geçişinde birbirlerini unutmayacaklarına dair tılsımın buhurlarla birbirinin gölgesine işlendiği saatlerde duruyordu.
Zaman, hiçbir koşuda bu kadar ağır ve bu kadar çocuk değildi. Mezopotamyanın kaderini bulutların ayak uçlarına işleyen bir tarihin son çocukları kendi yokuşundan aşağı ekmeği bırakarak yola çıktı. Yol uzundu. Ekmek kısa. Sevmek ve paylaşmak güzeldi, hayat kısa.
Mardin çocuktu. Şahmeran uykudaki çocuklarını öperek derin bir aşka uğurladı. Rüzgar bin yılların masalını kendine fısıldayarak kucağındaki barışın saçlarını okşadı. Paçalı güvercin gururlu beyaz şalını kuşanarak havalandı. Dar sokaklardaki şiirin taşlarından düşen ezgilerin sesi manastırdan zangoca, caminin minaresinden yuvarlanarak insanların sarı sabırlı yüzlerinde durdu. Umut vardı. Umut hayatın yeşilindeydi. Umut ovada,düz yolda, kardeşlikte ve aynı şarkının şarhoşluğundaydı Ellerindeydi. Gözlerindeydi Çığlığındaydı Mardindeydi