2

Ben Mülteciyim


  • Oluşturulma Tarihi : 21.06.2016 06:48
  • Güncelleme Tarihi :

Bugün dünya mülteciler günü ve ben bir mülteciyim…

Sen de mültecisin…

O da mülteci…

İki yüzlülük… Maskelerin kanla sahnelendiği resmi geçitlerin en aymazı... Dünyanın ve insanlığın canına okuyan ve global sermayenin yönettiği Birleşmiş Milletlerde; başlattıkları ve zevkle sürdürdükleri savaş sonrasında hayatla ölüm arasında sıkışıp kalan, ölümden kıl payı kurtulan, “savaş arttıkları”, mazlum halkları, sözde kucaklamak, kurtarmak, sahip çıkmak adına 20 Haziran gününü “Dünya Mülteciler Günü” olarak ilan etmişler!

Tanrım… Bunları görmüyor musun!

Mülteciler… Ölümün kıyısından karaya vurmuş kardeşlerim… Ruhu sürekli üşüyen kardeşlerim…

Bir yaprağın, dalından koparken havada bir kuşun kanat sesiyle parçalanan bir umudun peşinden koşanlar… Dünyanın bütün mazlum halkları... Yoksul ve kimsesiz bütün insanlar…

Karanlık bir hayatın ufuklarında gördüğü ışığa doğru koşan pervaneler… Işığın küllerinden yüreğini ısıtarak çıkan tohumların en son şarkısını unutmamak için kuşaktan kuşağa el verir gibi dokunan bir kilimin renklerinden, ilmek ilmek hayatı koparanlar…

Mülteciler… Bizler…

Bütün dinlerin öksüz çocukları… Ekmeğin yanık yüzü, yağmurun soğukları… Yangının alevi, aşksızlığın derin yaraları içinde koşacak sarılacak kimsesi kalmayanlar…

Savaş artıkları, ölülerin son çığlığını zamana ve anılara taşıyan hayaletler… Doğdukları evlerin, sarıldıkları son kirli ve yırtık giysilerin ilk rengini masallarına armağan ederken susanlar… Yaşayan ölüler… Anneleri yıkık bir duvarın altında kalan kimsesiz çocukların en küçüğü, en küskünü ve ulaşılmaz derinliğine saklanan kuyuların, yosunu kurumuş taşların kendisi olanlar...

Mülteciler… Bizler… Sizler… Onlar…

Hayatın bütün öksüz çocukları gibi umutsuzca ve yalnızca bakmak zorunda olduğu gibi bakanlar… Haritaların derin çukurlarına armağan ettikleri gözleriyle küf kokusunda fotoğrafı kalmayanlar…

Bu savaş, kimin savaşı! 

Tanrım… Bütün insanların tanrısı… Ekmek kadar sıcak ve taze bir peynirin yeşil soğanında kalan parmak izlerini anımsamadan yola bakanlar ölüyorlar… Ölenler… Yol kenarında, dağ başlarında mezarı çok… Mezarı yok… İki taş rüzgar sırtında…

Mülteciler… Babaları gözlerinin önünde parçalanan bir mektubun içinde kalanlar…

Anneleri… Öğretmenleri… Dedeleri, dayıları, amcaları, akrabaları ve hayatlarını anlatacak ve anlatırken ağlayan bakışlarındaki yağmuru silecek kimsesi kalmayanlar.. Kör bir kervanın uluyan köpekleri eşliğinde dağlara sığınarak ve olmayan umutları arayanlar… Saklambaç oynanan günlerin masalını anlatan son dengbejin örgülü saçlarında kalan kınalı boncukların sesi kırıldı… Cam parçalarından düşen ışıltının ışığı, mavinin mavisi, kanın kanı, suyun suyu umutsuzluğa, uçtular…

Mülteciler…

Hayatın zehirli sularında yırtık yelkenleri ve kırık dümenleriyle kendini rüzgara armağan eden yaşlı çocuklar… Kimliği yoktur acılarımızın, rengi yoktur yalnızlığın. Umutsuzluğun kale burçlarından düşerek parçalanan rüyalarında sonsuza kadar sürecek derin sessizliğin.

Her şey kendi içine sığınmış, kardeşlerim… Bulut bulutların içinde… Acı acıların… Yol yolların… Umut Umutların, ölüm ölümlerin başucunda… Tutulacak ellerin derin çizgilerinden yüzyıllık öfkelerin ve öykülerin son durağında dinlenmeden haykıran bir tarihin utanç sayfalarını çeviren rüzgarın ufuklarında…

Kara… Kapkara… Umudun ve ölümün kol kola sarhoşluğu. Karanlık gecelerin zifiri perdelerinden düşen gecenin bitmeyen çığlığını yolların taşlarında saklayan böceklerin son melodisinde boğulan insanlar…

Dağlar… Yüce dağlar… Umutlarını astıkları soğuk ve uzun namlulu bulutların içinden sızan şarkıların son dizesinde hep umudu saklayanlar… Umutsuzluktan umut doğuranlar… Mülteciler… Kardeşlerim... Dünya hızla yaşlanıyor.

İnsanlar hızla yaşlanıyor… Milyonlarca yıldır, zamanı içiyorlar… Doğdukları toprakların adını değiştiren zamanın cellatları arasında kendi tarihlerinde açılan yaraları birbirlerine sarılarak onarmaya çalışıyorlar…

Rüzgar her mevsimde hüzün yüklü anıların ağırlığıyla uçurtmalarını aynı alanda çevirip şaşkın bakışlarında oluşan küçük girdaplara gömüyor… Elleri hep derin çizgiler içinde kendi yolculuklarının sonsuz hüznünü birbirlerinden saklayarak aynı kafilelerle yola çıkıyorlar…

İzmir… Mülteciler…

Bizler… Pagos tepesinde uçurtmanın peşinden bulutlara koşuyoruz. Peşimizde rüzgar… Peşlerinde umutlar… Peşlerinde köpekler ve yaralı bir ekmek kokusunda yalvaran bakışlarıyla çocuklar… Savaş çocukları… Bulutların beyazlığını arkalarında bırakarak toz içinde bir hayatın elçileri rüyalarını boşluğa bırakarak bizimle koşturuyorlar… Büyük çocuklar; Gülcan, Mete, Ezgi, Gönül, Emel ve Hazal ve yaralı kuşların geriye bıraktığı kanat seslerinden düşen umutların beyazlığı… Bizim… Bu topraklar… Sevdaya uzanan yol. Renklerin kardeşliği, umutların ekmek kokusu, gök mavisi, doğduğumuz ev, koştuğumuz sokak, sarıldığımız ağaç, meyvesini paylaştığımız hayat… Yarını olmayan bir sıcaklığın yüreğinden üşüyerek düşüyoruz hep birlikte Kadife Kale’den barışa… Kardeşliğe… Umuda… Renklere… Kuşlara… Ellerimize…

Ben Mülteciyim
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan