2

BUNCA HÜZÜN VARKEN


  • Oluşturulma Tarihi : 02.09.2014 06:03
  • Güncelleme Tarihi :

Bu hafta ne yazmalıyım !  Nerden başlamalıyım, hayatın sessiz akan ırmaklarındaki yangının içindeyken bile, zamanın yüreğimi alıp dağ soğuklarına götürüşünü. Her tarafta yangın ve  ben üşüyorum.. Yangın bir yeryüzünün gölgesinde bile ellerim soğuk. Dışardaki  ateşin kor yangınına rağmen  yılların katmanındaki  anılar gecenin ürpertisinden kalan saatlerinde üşüyor..

SAHNE -1  İZMİR

Yaz mevsiminin en aşık saatlerindeki  hüzün. Mevsimlerin en yangınında bile üşüyen ellerimi  ceplerimde saklayarak  derin bir ıssızlığın karanlığına serilen bu kentin  fırın sokaklarındaki  susam kokusunu, çocukluğuma  ekleyerek  yürüyorum. Bu kent benim mi?   Ben bu kente ait miyim ? Bu beton yığınını  bu tek sıra çirkin yapıları kim koydu  fotoğrafıma.. Bu sessiz  ve  satılmış yöneticiler bu kentin  katilleri mi.. Kaldırımlarda bile araçların uyuduğu yolların rüşvetini kim topluyor.. Vatandaşa ayrılan kaldırımları masalara satan kim.. Her akşam orda kimliğini soyunan  yerel ve mülki idarecileri veya  uşaklarını  kim  aldı bu kente.. Bu halk nereye gitti.. Herkes tatil de  mi.. Ben  nerdeyim!..

SAHNE-2  IRAK

Bu kadar sıcak.. Çölün ortasında , gölgede 60 derecenin olduğu  kertenkelelerin bile  deve dikenlerinin gölgesine sığınıp teslim olduğu coğrafyadan kalan hayallerimin  kurtulmuş birkaç  sayfasını  çevirirken  yağmur yağmıyor… Bütün bulutlarıyla mevsimlerin  en ıslağı  uzak  bir sayfada  demlenirken  tepemizden yağan bombaların oluşturduğu çukurlara işeyerek  ve ölümü kanıksamış olarak savaşın  kıyısından  sığınaklara kaçan insanları ve eşekleri yazmalıyım...

Sığınaklar.. Bombalar.. Uçaksavarlar ve yemekhanenin çevresine kamp kuran eşekler ve insanlar. Orda  yemek var.. Yemek artıkları.. Bombalar ve bomba artıkları.. Mazlum insanları bir araya getiren kader çizgisinin hiç biri, çocuğunu cephede yitirmiş siyahlara bürünmüş bir annenin  yıllardır akan gözyaşının bir damlasını bile anlatmaya yeterli değil.. Değilim. Yıllardır süre gelen  ruhsuz ve dinsiz katillerin eğitim alanı ve  laboratuvarına dönüşen Irak’ın  Babil’ine doğru koşarken,  arkamda kalan tozların daha dün ölen-öldürülen genç insanlara ait atomlar ve hücreler olduğunu biliyorum.. Çıldırmanın  kıyısında dolaşan  martıların beyaz çığlığını Dicle’den  yukarı bir kentin  kuyularına atarak dinlenmeye çalışan bir tarihin  sayfasını  saklıyorum. Ben ordaydım. Ve çocuktum, ölümün elinde. Sonra Fao adasında sevgilimi almaya giderken, Enğam  El Tamimi ve çocuk  Ozancan.. Hayallerimin veya gerçeğimin  yeşil  ve altın kaplı kubbesinin minaresinde okunan şiirden  geldim. Enğamı ve  Ozancan’ın  küçük ellerini öldürdüler.. Orda  dağa çıkan ve  hayatı kurşuna dizen gerillanın  içinden çıkıp  duvara yaslanırken, Bağdat’ın  kendisiydim.  Ah.. Bu sahnenin adı anlatılmayan ve yazılmayan hüznün kendini öldürerek  sonsuza kadar aynı renkleri hayatıma sardığı sahneden  düşüyorum. Aslında ben orda öldüm.

SAHNE  3 –KABİL

Bozkırların içindeki  ince bir akarsuyun kıyısından  Kabil’e bakan bir evin  havaya uçurulmuş çatısının yanında duran avludan bakıyorum.. Bu ev benim. Benim atalarımın dualarıyla boyası bugünlere taşınmış oyunların en küçük  köşesinde bekleyen çocuktum. Toz toprak ve mayın parçalarının gökyüzünü bacaklarla ve  sevgiliye uzanamayan kollarla matematiğin bilinmez rakamlarında yazarken, Tanrı’ya sunulan feryatların denklemlerini oluşturan hayatın  sayfasını ben çeviriyordum. Üzüm tanelerindeki  çamur izi kuzeyli  kasapların ellerinden kaçan çocukların gözyaşlarıydı.. Anneler  kat kat örtülü, umutlarını anlatan giysileri içinde  hurma  ağaçlarında adaklar sunarak büyüttükleri  çocukların mayına basmadan  ekmeğe uzanmasını  dileyen duaların hiç biri  Tanrı’ya ulaşmadı.  Ben ordaydım. Tanrının sarı yapraklı defterinden  kopardığım bu coğrafyanın en asil renkleri Guantanamo’ya kaçırılmış havarilerin inanç pelerininde  selama duran umutların  boncuk tanesiydim.

Boydan boya hüzün ağlıyorum  Kandahar’da.. Boydan boya  içi boşaltılmış bir giysinin yakarışlarında sağır olan  bir  sesim. Savaş.. Anneyim.. Babayım.. Beni çağıran çocukların. ekmeğiyim.. Suyuyum.. Görmediği ve dokunmadığı oyuncağıyım.. Meyve vermeyen ağacın bütün dallarındaki salıncak ve  olmayan barışıyım  gecenin..

SAHNE-3  GUANTANAMO

İşkence.. Hayatımın ucuzluğu ve nefes almanın arasındaki gizemli nokta. Öldürülüyorum her gün.. İşkencelerle, boyumu ve ruhumu uzatarak. Rengim daha da  beliriyor her pensenin değişinde parmağıma.. İnancım büyüyor her elektrik dolaşımında titreyen vücudum.. Tanrı’nın içeri giremediği odalarda  ve adada yalnızca  umut ve inanç  ayakta.. İnadına;  Amerika’nın bütün  uzman  sorgucularına rağmen.. Ve  inadına  soysuz ve kahpe  bir yaşamın bize sunduğu armağana inat  dağlara çıkıyorum.. Bedenim sehpada  doğranırken Guantanamo da ben  rüzgar, ben  ağaç, ben ırmak ve ben yağmur bütün özlediğim hayatın  kanatlarında  dolaşıyorum.. Kazanan benim, kanım kururken sehpanın  ucunda. Dayanan benim, işkenceleri vız gelir, Amerikan uzmanlarının. Ölüm vız gelir, ölümü  kendine ekmek seçeniz.. Biz orda, gelecek dünyanın  ilk aydınlığına vücudlarımızı yakarak koşanlarız.. Biz  kardeşleriniz.. Sizin kardeşleriniz.. Ülkemizin yurtseverleri, antiemperyalistleri  ve hayatın  direncine  renk, onur ve gül kokusu serenleriz. Kabil’in yoksul çocukları, direnen halkın  ve  hayatını  barışa armağan edenleriz.. Biz sizin ve bütün direnenlerin  unutmayacağı şiirlerin en direngen aşkların  sonsuza uzanan  imgeleriyiz. Biz  yurtseveriz. Biz inançlı ve yoksul ve yeryüzünün çelik kulelerini yıkanlarız.

SAHNE -4  GAZZE-

Önce beni.. Önce küçük çocukları, süt ve ekmeğe doymamış bebekleri öldürdüler. Yıllardır devam eden ambargo ile açlığa sınanmış ruhumuzu  bombalarıyla  esir alabileceklerini sandılar. Çölün  kıyısında pişmiş umutlarımızın deve kadar dirençli ve inatçı olduğunu bilerek kendi kuyularını kazıyor İsrail. Kendi geleceğini, ölümlü bir gecenin her mevsimde  kendi tarihine işliyor, kanla.. Bizim kanımızla.. Bizim vatanımızda.. Bizim toprağımız ve ağaçlarımızın gölgesiyle. Bize karşı  bütün bombaları ve bize karşı bütün soysuz  müttefikleriyle  bir ordu gibi kuşatıyorlar yoksul hayatımızı. Ekmek yerine, bomba… Su  yerine ölüm dağıtıyor  uçakların her gürültüsü.. Oysa yanılıyorlar.. Biz her bombada ölen  aç ve çıplak çocuğumuz yerine on çocuk doğuyor dünyanın herhangi bir yerinde.. Her binaya karşılık on bina kuruluyor umudumuzla ve  İsrail’in  ve Amerika’nın mezarını yapıyoruz bir gerilla dağda her yürüyüşünde.. Yeni  karıncalar, yeni kelebekler, yeni ateş böcekleri ve yeni hayatı muştulayan  ufukların serin rüzgarı saçlarımızı tarayarak

SAHNE-SON.

İzmir imbatında umudumu denize atarak ,dağlara çıkıyorum. Yanımda Homeros’un unuttuğu dizeleri  bulutlara asarak, kardeşim  Osman Nevres’i  çağırıyorum.. Sinemadayız.. Paris’te.. Silahların ve namlunun ucunda.. Barışa  şarap patlıyoruz. Her akşamüstü, çocuklar her ağladığında  ve ben her üşüdüğümde..

 

BUNCA HÜZÜN VARKEN
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan