Sayfa Yükleniyor...
Alsancakta yeni açılan Güncel Sanat A-Galerinin kapısını çalıp içeri girdim Sonra Tablolara... Sonra ressam, Cuma Ocaklının ruhundan, beni çoğaltan renklere... Bu bir imgesel öyküydü aslında. Hayat, zaman ve ressam bir karede bakışırken zaman sustu Parçalanmış dünyanın dağları bir araya gelerek gökyüzünü onarıyorlardı. Çevreye yayılmış renklerin çığlıkları her tarafa bir şimşek renginde dağılırken oluşan çizgilerin arkasında saklanan kelebek kanatları teslim olmuş bir ruhla uzanmış ressamın o anki gözlerine bakmadan uyuyorlardı. Tanrı ve ressam, yeni bir sayfanın ilk ve son dizelerinde buluşmuş gibi tuvallerin köşelerinden kaçacak boyanın rengini merak edip kendi hayallerine baktılar...
Önüne atlası koydu. Uzayın bütün derinliklerini yoklayarak bakışlarını palete bıraktı. Orda hayata dair bütün masalların rüyalarımızdan kaçarken bıraktığı sedef izlerin içinde yeniden renk bulan yeni söylencelerin toplanmış hali vardı Ressam yorgun olduğu saatlerde, uzandığı hayallerinden kalktı. Doğruca denize yürüdü. Deniz aslında kendi içindeydi... Balıkların sürü halinde yollarını tıkamasına kızmasına rağmen onların aşka dönük bakışlarını unutmamak için siren çalan kayalıklara doğru yürüdü. Ressam, peşinden gürültülerle gelen hayatın izlerine bakmadan çocukluğunda sakladığı defterini açtı... Çevresinde insanlar belirdi Çoğaldılar yüzlerce ve binlerce insanın aynı kazandan ona bakışındaki anlamlar yetersizdi... Hiçbirinin yüzündeki çizgi atalarından kalan kavgaların mimiklerinden değildi. Soğuk duvarlardan dışarı çıkarak uzaktan gelen sarı saçlı ve bebek yüzlü bir kızın ayak izlerine baktı... Tablodan aşağıya sarkan saçlarını toplayıp tuvalin ortasından ışığa astı. Kız gülmüyordu Kız adamın çocukken Asyalı ritüellerinde kaybolan hayaliydi. Ve kırılganlığın renklerini yüreğinden çıkarıp boyaların içine atmadan önce adamın elindeki fırçaya baktı. Yeni çiçek açmış bütün dalların renginden izler saklayan bakışlarını sessizce uykuya dalan ve kuşkuyla bakılan çocukların yaramazlıklarına uğramamış telaş ve kaygıyı soyundu... Baba çıplaktı. Dünya yeni doğuyordu. Işıklar yaratanın avuçlarından kalbine doğru süzülürken yolda rastladığı kelebeklerin kanatlarında asılı kalmıştı Aslında kelebek bir gölgeydi, kaotik bir figürden çıkıp ressama doğru koşan bir kızın sessizliği içinde kaybolan kendisiydi. Yol ve bütünleşen lekelerin kanada dönüşmesi figüratif kelebeklerin sancısı ve ona doğru yürürken hissedilen uzaklara giden bir sıcaklığın hüznüydü.
Tanrının armağanı olan bozkırların sarı renginden kaçan ceylanların ayak izlerinde bin bir gecenin sırrı olan renklerin derinliği saklanıyordu... Her şey karamsarlığın ve uzun boylu bir hüznün kıyısında dinlenirken adam demli çayında ve tütün kokusunda Karacadağın yolda unuttuğu öyküye doğru uçuyordu... Küpesi ince ve kırılgan bir akşamdan kalmış ve yüzünü annesine dönmüş hayallerin şekillendirdiği ceylanın yüz hatları derin bir hayatın son noktasıydı. Adam, elindeki fırçayı ruhuna batırdı. Ve oradan katran karası bir coğrafyanın gecesinden geçen yıldızları umutlarına sildi... Karanlık tuvalin içinde umudun rengi elbiseye dönüşürken kızın yüzü dondu. Ölümsüz bir bebeğin ana hatlarını kendine ve hayata armağan eden ressam, dönüp karısına baktı. Karısı derin hayallerin mahzenindeki en sadık renkti. Şarabın kendine sakladığı söylencelerin hepsini yıllardır şarkıya dönüştüren bir hayat çizgisinin en tepesinde oturan periydi... Uysal bakan çocukların şaşkın bakışları kendinde saklanırken, yüreğini parçalayarak hayata armağan etti adam. Bunca parçalanmışlık elbette doğruyu ve bütünü oluşturacaktı. Haklıydı. Oturduğu sandalyeden kalkıp Tanrıya baktı... Evin her tarafında yeni aynalar birbirini çoğaltıyordu. Parçalanan renkler uzaya dağılırken gökyüzünü çocukluğunun sarısına verdi. Daha arkasında mor... Daha da arkasında şiirin söylenmemiş ve yüzyıllardır saklanmış dizelerini eritip bir aşk sıcaklığında avuçlarına döktü. Kurşun dökülmüş bir tabağın ortasında aynı yüreği yüzünde taşıyan çocuklar oyuncaklarıyla tuvalin içinde lekelere dönüşerek çok anlatımın imgesel derinliğinde kayboldular
Hayat lekeydi... Hayat ve fırçanın buluştuğu saatlerde Tanrıdan habersiz buluşan duyguların aşk renkleriydi. Sırtını kendi bile görmediği derinliğin, küflenmiş beyazın içindeki sırlara veren çocukların hepsi bir ceylan bakışında şekillenmişti. Yüzü uzaklara bakan gözlerinden başka bir şey anlatmıyordu. Saçları topluydu, gözlerinde kapanmış bir defterin derinliği ve yalnızca kendine sakladığı sıcaklığı vardı. Ressam tanrının sevdiği adamdı. Böyle saatlerde zamanın şarap içme ve yılkı atına binip kendi içindeki derinliğine inme rengindeydi...
Ressam şaşkındı...Ressam bu gölgelerin sırtını dönüp gökyüzüne kaçabileceğini unutmuştu. Çoğaldılar... Renkler peş peşe geldi. Dünya savaş içindeydi. Hayat bahardan bahara kanatlarını saklarken parçalanmış figürlerin anlattığı masalların peşine takılıp gitmişti. Sonra durdu ressam. Kendine ve gökyüzüne baktı. Kocaman ve boyalı elleri sevgiden kalmıştı. Hafif aklaşan sakalında Şahmeranın geceden derinliğe uzanan yoldaki izlerin gizemli figürleri saklanmıştı. Kız hayatının cenin haliydi. Doğmadan önce Tanrıyla yaptığı söyleşinin renkleri çevresinde; gökyüzü, suyun derinliği, okyanus kıyısı, uyuyan çocukların sessizliği, yabaniler, savaşlar, kıyımlar ve bir parça pamuk beyazı umudun sarhoş dağınıklığı vardı.
Ressam Cuma Ocaklıydı çocuklar gibi; cennetine inandığı ve Tanrının saklandığı renklerin peşinden gidiyordu... Onu kışkırtan seslerin çağırdığı tepelerden bozkırlara ceylan sürülerine indi. Göbeklitepeden aşağı sarkan üzüm dallarını Harrana ve yangın sıcaklığını bırakarak yeşilin kendisini sakladığı ağaçların serinliğine girdi... Huzur ordaydı. Ve uyku... Ve zaman Artık dinlenmenin ve ceylanlara sarılmanın zamanıydı. O ceylan; aslında hayallerindeki çocuktu... Saçlarını okşadığı, gözlerindeki okyanusun kendi sesiydi. Şarkılar mırıldayan çıplak kızların hepsi giyinmeyi beklerken yeşilliğe uzanan beyaz bir huzurun içinde bekliyordu. Hep kızlar vardı hayatında. Ve hepsi aynı meleğin kanatlarıydı Ve renkleri onlar için dağıtmıştı... Bütün tuvallerde serpilen tüllerin arkasında saklanan bir hayatın öznesindeki ve insanın kendine sakladığı özel bir imgeydi. Ressam, renkti... Ses... Kavga... Aşk İsyan... Kurşun... Ceylan... Yalnızlık... Savaş... Barış... Ekmek ve şarap ve Mezopotamya
Bütün değerlerin renklere sığındığı saatlerde Ressam ağır ağır yerinden kalkarak gökyüzündeki ceylanların bakışlarına asıldı. O akşam, o gözlerin kendisine anlatacağı birçok rengin ve figürün saklandığı hayalleri tutacaktı. Her gün ve her akşam yaptığı gibi; denizin derinliğindeki mavilikten karaya doğru koşturan ve kendisine yaklaştıkça eriyen ceylanların gölgeleri peşinden dağlara çıktı. Dağda eşkıyaydı. Dağda insan. Bulutlara oturup Harrana baktı. Sırtını okşayan Homerosun unuttuğu şiirin dizelerini renklere ayırıp ve kendi yüreğinin magmasında çoğaltıp tuvallere döktü. Ressam, rahatladı. Saatler uykuya çekildi. Renkler yeni doğumun altın sarısından çöle uzanan ilahilerin peşinden yağız bir ata dönüştü. Su kendini okyanusa verdi. Ressam kendini Tanrıya... Renkler... Ressama... Ressam kendi içsel derinliğindeki ceylanlara... Ceylanlar ıslık çalan dağlara... Dağlar Smyrnaya yaslandı Smyrna tarihsel aşklarına Herkes birbirine akıyordu... Tanrı... Ressam... Ve aşk... Aslında her şey bir renkti Ve hiçbiri içinde hepsi vardı