2

DOKSAN DOKUZ KURŞUN


  • Oluşturulma Tarihi : 17.10.2015 07:13
  • Güncelleme Tarihi :

Çocuklar, gençler, yaşlılar… Anneler, babalar, kardeşler… İşçiler, memurlar, işsizler… Öğrenciler, sendikalılar, partililer ve hayatın bilcümle ırmaklarından kanatlanan güvercinler… Sabahın sahibi, akşamların sahibi ve hayatın tamircisi bütün yurtseverlerin aynı sloganda dalga dalga büyüyen şarkıların yollara aktığı saatler. Sabah. Uykusuz ve esneyen bakışları birbirine sunarken dirilen hayallerin ateşiyle ellerini yumruğa dönüştüren havariler akıyordu. Geliyordu, toplanıyordu… Ankara Garı’ndan Sıhhiye’ye doğru. 

Trenler, otobüsler ve kamyonlarla koşturdular. Bayrama gider gibi, düğüne gider gibi heyecanlı ve telaşlı elleriyle kendi yüreklerini bayrak yaparak geldiler. Sabahın erken saatinde kaldırımlara yerleşen su satıcıları, gevrekçiler, seyyar çay satıcıları, börekçiler ve mısır satıcıları çoğalıyordu.

Bugün bayramdı. Bugün bütün halkların barış için aynı paydada yüreğini paylaşması ve türkülerle çoğalmasıydı. Kuşlar, kumrular ve kargalar sevinçle ve merakla saçaklara konarak her yönden gelen gençleri selamlıyordu.

Bulutlar, serin bir Ankara sabahını selamlayarak uzaklaşırken, yükselen güneşin ışıkları beton yığınları arasından çok kollu şamdan gibi sıcak bakışlarını çocukların saçlarına ve bayraklarına dağıtıyordu. Hayat ısınıyordu. Çocuklar ısınıyordu. Yollar ısınıyordu. Ve  hafiften başlayan sloganlar ısınıyordu.

Hepsi sevinçliydi. Hepsi bayram giysileri içinde bütün dinlerin ve dillerin kardeşiydi. Su… Soğuk su satıcıları çocuk kimlikleriyle ellerinde kovalara konmuş şişelerle sefere çıkmak üzere kaldırımda düdük sesini bekliyordu. Kuşlar; simitten düşecek susamlarını, şişeden dökülecek su damlacıklarını çaydan artan şekerlerin ayak izlerini takip ederek kendi aralarında  şakalaşıyordu. Arada sırada kimsenin bilmediği şarkılar da dolaşıyordu alanlarda. Halaya duran gençler ellerinin sıcaklığını yüreklerinden alarak sabahın uykusunu dağıtıyordu.

Genç ve güzeldi hayat. Yolcular uzak yolların barış türküleriyle kol kola yürümenin bayramını ve aynı yola çıkmanın renkli bayraklarını ve flamalarını hazırlıyordu.

Çocuk su satıyordu… Su… Soğuk su… Afe cemmidi… May berıd… Su…

Ekmek parası çıkacaktı sudan. Hayata sarılmanın basamakları çıkacaktı. Okul masrafı, çalışmayan anne ve babasına bir umut ve kardeşlerine peynir ve süt. Simitçi çocuk da gelenlerin soyundan, börekçi de öyle. Hepsi aynı kabilenin elçileri olarak kaldırımda bayramlıklarıyla gelen binlerce kardeşlerine, abilerine  satacak, sarılacak, türkülerinde  halaya durup  oyunlar oynanacak olanlardan…

Göz göze geldi genç kız ve oğlan. Göz göze geldiler. Yıllardır karşılaşmamış aşıklar gibi sarılarak birbirlerine dokundular. Saçlarında annelerinin tütsülediği tokaları vardı. Erkeklerin bakışları ve heyecanları vardı. Aynı halaya ve aynı şarkıya durdular. Ayağa kalktılar, birbirlerinin elindeki sıcaklığı tere dönüştürerek meydanlara doğru zılgıt attılar. Onlar Kızılderili soyundandı. Onlar hep öldürülen, aç bırakılan, hakları yenen, işten atılan, işe giremeyen, yeni çalışan, çalıştığı yerde dışlanan, farklı dilde masal anlattığı için aşağılanan, kendi dilini kendine ve kendinden saklayan çocukların en sonuncusu da indi trenlerin son vagonundan.

Kalabalık… Kardeşler, çocuklar ve ablaların en küçüğü de bendim. Alanlara koşturan, kaldırımda dostlarıyla simidi  paylaşan, suyu  elden ele  dökülen çocukların en büyüğü ve en küçüğü de bendim… Simit… Çıtır simit… Soğuk  su… Afe cemmidi… Simit satan bendim. Su satan bendim. Büyük çocuklara direnç satan bendim. Kutsanmış bir emeğin bütün şarkılarına koşan bendim.

Birden bir ses… Birden iki ses… Birden  bütün seslerin döküldüğü alanların kızıl rüzgarında  başlayan haykırışlar, koşturmalar, ağlamalar, çocuklar… Ses tanrının sesi değildi. Ses sloganlardan ve barışı talep eden binlerce insanın sesi değildi. Ses ölümdü. Ses ayrılık, ses kan ve paramparça canların ayrılığına koşan siren sesleriydi.

Öldü çocuklar… Doksan dokuz kurşunla öldürüldü çocuklar. Ellerinden, yüzlerinden akan kanlarla düştüler kaldırıma. Dostların yanına, canların kucağına düştüler. Öldüler… Öldürüldüler çocuklar bir oyunun ilk sahnesinde… Etrafa saçıldı umutları, şarkıları, marşları, ağıtları ve ellerindeki pankartların  sloganları. Hain bir el. Hain bir el daha ve hain bir rüzgârın kıllı kollarına takılan ölüm. Sardı Ankara Garı’nın kaldırımlarını, yollarını alana çıkan, aşka çıkan damarların  bütün taşlarını.

Tanrı’m nasıl kıyarsın bu çocuklara…. Nasıl kıyarsın kol kola halaya koşan kuşların şarkılarına. Sevgiye, kardeşliğe ve barışa bayrak açan ülkemin rengini gözlerinde taşıyan  gençlerin  umutlarına…

Hain bir el. Hain iki el ve daha fazla ellerin konuşlandığı kentin kara taşlarına kan düştü.  Serpilen kanlı flamalarına sarıldı canlar. Taşıdıkları flamalarla taşındı dostlarım. Renkli kefenleriyle, hırçın ve güzel sloganların beziyle sarılarak taşındı umutları barışın.

Ankara pencereden bakıyordu… Mevsim cehennemin penceresinden bakıyordu… Bulutlar göç eden aşkların peşinden kayıp çocukların son perdesinde gölgesini arıyordu. Hayat karmaşık oyunların sahnesinde  maskeliydi. Katiller maskeliydi. Ve kan kırmızısı plakalarıyla yüksek duvarların arkasında sınırları çizenlerdi. Katiller güneyliydi. Katiller kuzeyliydi. Katiller bu iğrenç kentin kendisiydi.

Çocuklar düştü önce… Pankartlar ve flamalar ve arkalarından bütün sloganlar. Artık halay çekmiyordu çocuklar. Birbirinin gözlerine bakamadılar. Ölülerini toplayarak sığındılar kaldırımlara. Yanlarında kuşlar yoktu. Yanlarında umudun şarkıları ve ekmeğin kokusu. Simidin susamı, suyun buğusu ve uzun bir yolculuğun sıcaklığı.

Yanıyordu. Ankara yanıyordu. Annelerin yüreği, babaların gözleri, ufukların dağları, derelerin akıntısı, denizlerin tuzu, kumların incisi ve hayatın külleri.

Hoşça kal sevgilim. Hoşça kal yoldaşım… Hoşça kal dostum. Ellerinizin sıcaklığını saklayarak ve geleceğe taşıyarak bir pankartın renklerinde hüzünle yürümek kaldı bize. 

DOKSAN DOKUZ KURŞUN
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan