Sayfa Yükleniyor...
Trenden daha hızlı koşuyordum. Vagonun içinde otururken bile pencereden geçen dağların, tepelerin, ovaların hepsi arkamda bir fotoğrafta kalıyordu. Koşuyordum, uçuyordum, Ankaraya doğru yola çıkan diğer kuşların gözlerinde umudu dirençli tutmanın ve aynı şarkılarda çoğalmanın bulutlarındaydım. Gençtim, yaşlıydım, kızdım, delikanlı ve yaşlı bir insanın öfkesi ve sevinciydim.
Ben yolun kendisiydim. Tepemde geçen bulutların beyazı, ayaklarım altında kalan toprakların yeşili, soğukları bağrında saklayan umudun serinliğiydim.
Ben kuştum. Ben su, çocukları öldürülmüş annelerin gözyaşlarından oluşan bulutun kendisiydim. Aşıktım, çocuktum, bütün yaralarını ruhumda sarmalayıp günlerin ve ayların işkencesinden demir parmaklarına tutunan güvercindim. Dağdım, tepe ve ovasına ekilen buğdaydım ve sırtında kıvırcık saçlarıyla bir çocuğun elindeki kuru ekmektim. Ekindim, su ve ağlaması duyulmayan bütün çocuklardım. Babası olan çocukların kapısında ayak seslerini bekleyendim, katırlar üzerinde sınırdan getirilen ölüydüm, babası parçalanan bir kızın karalara bağlanmış örgülü saçıydım. Ben denizdim, ufuklara umutlara açılan günlerin umudunu boğulan kardeşlerine verendim. Onlarla kumsala uzanıp bir daha kalkmayandım. Tuzdum, derinliktim, açlıktım, süt beyazı ölümlerin elbiselerinde cepsiz hayallerine leblebi dağıtandım.
Aşktım, hüzündüm, gözyaşıydım ayrılanların. Zılgıtlarla dağa çıkan ve mağaralarda ıslak geceleri sabahın ufuklarına sererek ısınandım. Çalı çırpıydım; uzun gecelerin ışığında saklanan ve annesine kömürle taşa çizilen gözleri mektup olarak gönderendim.
Köydüm, kerpiçten duvarlarımı yıkanları bilenlerdendim. Ağaların çobanı ve eşeklerini sınıra taşıyandım. Mayını patlatıp eğlenen çocukların en küçüğüydüm. Yılandım saklanarak ayak seslerinden hayatın. Kurumuş sarı otların özlemiydim, suydum, topraktım, rüzgârdım ve yüreğini mayınlara armağan edendim.
Aynı yol üstünde ölülerini kefensiz gömen, elbiselerini kısaltarak giyendim. Artan ekmekleri duvarların taşlarında saklayan ve karıncaların kendi surelerine yollayandım. Çocuktum, büyüktüm, yaşlıydım, yeni doğmuş bir ölüydüm. Tarihini kendi tırnaklarıyla kayalara ve ağaç kabuklarına işleyen ve aşklarını kendi rüyalarına gönderen bir kavmin içinden geldim.
Ben çocuktum, ben delikanlı ben aşık ve aç bir hayatın en hırçın saatlerinde öldürülendim. Katiline boyun eğen ve teslim olan masalların gerçeğinde sokak aralarından annemize geri dönen ceninlerin içindeydim... Tanrım yalnız değildim, biz senin kitabın arka sayfasında unutulan notların sürme siyahında kalanlardık. Tanrım nasıl söylesem! Tanrım nasıl anlatsam ve hangi peygamber sana gelsem! Tanrım açlığımıza rağmen seni en çok sevenlerdendim.
Kendi tenha sokaklarımda ayak izlerime geri dönerek susuyorum. Kendi dağlarıma, kendi ovalarımın sarısına, kışımın buz soğukluğuna, toprağımın derin kuraklığına, derelerimin oyuncak derinliğine, mağaraların duvarlarına, kayaların siperlerine, dolunayın aydınlığında çıkan kekliklerin sesine, annemin rüzgara armağan ettiği ninnilerime, örümcek ağlarının kapısına, ekmeğin kurusuna, suyun kurtlusuna, aşka, sadeliğe, kardeşliğe ve yarin yanağından gayri türkülerime, dokunamadığım bir aşkın perde arkasından pencereye asılan bakışlarına, tandır ekmeğine, kokuya Renklerin özüne hayatın öksüz kalan bütün renklerine
Gitmeliyim Gitmeli Meydanların sıcaklığına. Trenlerin ve uzun yolculukların metal sıcaklığına, yollara, kalabalığa, dostlarıma, kardeşlerime, hüzünlerimin çığlığına, kuşların kanadına, kelebeklerin yaşlısına, çocukların en haylazına ve bağırmalıyım ve haykırmalıyım ve serin bir köşeye çekilip ellerimi ısıtıp marşlara çıkmalıyım.
Hayatın en yaşlısıyım aslında.
Kitaplardan düşen en küçük dize, öykülerin suskunluğundan, gün batımına düşen şarabi bakışları kaderine bağışlayanım. Kardeşlerimin, benimle alanlara koşturan ve özgürlük renklerini gözlerine ve şarkılara armağan eden çocukların arasında ve en küçük ellerini cebinde saklayanım. Gevreğin susamlarını kuşlara ayıran bir sabahın aydınlığına, çoğalmaya, şarkılara, türkülere, halaylara, marşlara koşanların sloganındayım.
Binlerce çocuğun kardeşiyim. Gözleri ve elleriyim. Umudu ve karamsarlığıyım. Ben bu meydanların beklediği öksüz çocukların doksan yedinci ayetiyim. Karanlıktan aydınlığa çıkan günlerin yıldızlarından düşen pırıltıları saklayan ve paylaşanların arkasından geldim.
Kardeşlerim Umudumun ve aşklarımın en gizil rengi. Masallardaki özgürlüğün marşını söyleyenler, ekmeğin kokusunu, sütün rengini, balın arısını, kokuların çiçeklerini getiren kardeşlerim Bulutların beyazını taşıyan umutlarımın mendilini, denizlerimin sonsuz mavisindeki kumun incisini, rüzgarın sakladığı sıcaklığı getirmek için benimle alanlara meydanlara çıkan kardeşlerim! Ne kadar çoksunuz Ne kadar güzelsiniz Ne kadar hayat ve aşkların şiirinden düşen çığlıksınız!
Bu meydanlar bizim. Bu binalar, bu gökyüzü, bu hayat, bu aşk ve tok günlerin dilini konuşmak.
Tanrım, renklerine ve çocuklarına ihanet etti bombalar. İhanet etti aşkların ve en uzun sevdaların buluşmasına. Oysa yalnızca şarkı söylemekti ve halay çekip sevişmekti zamanla. Yüreklerin ve seslerin buluşmasına uzanan uzun bir yolun en güzel sayfasında, bir gevreği birlikte paylaşmaktı. Aynı dilde baldan ve ekmekten söz etmekti, aynı renklerden halaya durmak ve yarin yanağında divana çıkmaktı.
Öldürdüler, kardeşlerimi öldürdüler Tanrım. Kutsal kitabın doksan yedinci ayetine yazıldılar. Sonsuza kadar koro halinde söylenecek ağıtların hüznünde ve çocuk ellerine. Aç ve susuz bir sabahtı Tanrım, sen sırtını döndüğünde