Sayfa Yükleniyor...
Uruguayda politik tutuklular izin almadan konuşamazlar, ıslık çalamazlar, gülümseyemezler, hızlı yürüyemezler, başka tutuklularla selamlaşamazlar; gebe kadın, yan yana kadınla erkek, kelebek, yıldız ve kuş resmi yapmaları da yasaktır.
Bir pazar günü ideolojik fikirler beslediği için işkenceden geçip hapse atılmış olan öğretmen Didasko Perezi beş yaşındaki kızı Milay ziyaretine geliyor. Milay babasına bir kuş resmi getiriyor. Muhafızlar resmi, cezaevinin kapısında yırtıyorlar.
Ertesi pazar, Milay babasına bir ağaç resmi getiriyor. Ağaçlar yasaklı olmadığından resim içeriye alınıyor. Didasko resmi övüyor, sonra ağaç dallarının arasına serpiştirilmiş, yarı gizlenmiş duran, renkli, küçük beneklerin ne olduğunu soruyor: Portakal mı bunlar? Yoksa başka meyve mi?
Çocuk parmağını babasının dudaklarına bastırıyor: Şşşşşt
Sonra eğilip babasının kulağına fısıldıyor: Saçma konuşmasana Görmüyor musun, göz bunlar Senin için gizlice hapishaneye soktuğum kuşların gözleri.
Uruguaylı yazar Eduardo Galeanonun Rüzgarın Yüzyılı- Ateş Anıları 3 yapıtından yıllar önce alıntıladığım ve bir şairin: sevgili Zeynel Beksaçın şiirleriyle buluşturduğum Yasak Kuşlar öyküsünü okuyan birçok şair yazar arkadaşım bu öyküyü kendi öyküleriymiş gibi anlatmaya başladılar Bu kısa öykü, her okuyan ve dinleyene Uruguaydan bir kanat takmıştı.
Eduardo Galeano Latin Amerikanın fotoğrafı ve yaşanılanların tanığıydı Acıları, susuzluğu, faşist askeri darbelerin arkasında kalan hüzünlü annelerin kendisiydi Yazdıkları kanlı akan bir nehirdi Belki de modern bir ressamdı. İşsiz ve topraksız köylülerin kendisi, aç ve hasta insanların sesiydi. Askeri darbelere karşı direnen, eleştirdiği için hapse atılan ve daha sonra çok sevdiği ülkesinden sürgüne gönderilen bütün devrimcilerin kendisiydi... Baskıya, zulme, işkenceye ve yasağa direnendi. Askeri yönetimleri rezil edendi. Tek adamların iştahına, zorbanın şehvetine, iktidar tutkunlarının aptallığına meydan okuyandı. Sevgili Zeynep Oralın dediği gibi Yeryüzünün vicdanıydı.
Anadolu devrimcileri, onu Latin Amerikanın Kesik Damarları adlı kitabıyla tanıdı. Hemen ardından Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri... 70li yıllarda çıkmıştı bunlar ve 2 Eylülün faşist sansürcü baskıcı dönemlerinde her 3 ciltlik Ateş Anıları ve Zamanın Ağızları, Yürüyen Kelimeler ve o muhteşem, Biz Hayır Diyoruz, Aynalar, Tepetaklak, Ve Günler Yürümeye Başladı, Söz Mezbahası yapıtlarıyla okuyucuyu tarih sahnesinde çırılçıplak bırakacak kadar Latin Amerika ülkelerinin doğası, tarihi, coğrafyası dünü ve bugünü arasında, bellekleri ve yürekleri terk etmeyecek bir yolculuğa çıkarıyordu... O bir kuşağın bir dönemin dervişi, direnen havarisiydi. Amerikan emperyalizmine, ikiyüzlülüğüne eşitsizlik, sömürü, baskı, despot totaliter rejimlere karşı yazıları ve duruşuyla direniş sembolüydü... O bir devrimci gerillaydı. Ve tek silahı da kalemiydi. Kısa ama anlam yüklemli öyküsel anlatımını gazetecilikle süsledi veya gazeteciliğe edebiyat tadını ve direnmenin, haklı olmanın, mazlumdan yana geniş halk yığınlarının yanında durmanın onurunu taşıdı.
Bir söyleşide; Önceleri bu ikisi bana çelişkili gibi gelirdi Gazetecilik bana bakmayı, görmeyi, kendi dışıma çıkmayı, kendimi, kendi gölgemi ciddiye almamayı öğretti, sentez gücünü öğretti. Gazeteci olarak, ülkemdeki, Latin Amerikadaki diktatörlüklerdeki savaşlara katıldım. Oysa yazarlıkta yalnızlığımı korumak zorundaydım; iç dünyalara iniyordum, derine, hep daha derine... Önceleri bu ikisi arasında parçalanırdım. Zamanla bunun güzel ve çok zengin bir çelişki olduğunu kavradım. İç dünyamla, dışarıdaki savaşı bütünledim. İkisi birbirinin tamamlayıcısı oldular. diyen yazar
Sürgün olmak. Korkunç bir şey! Çünkü seçim hakkın yok. Ama yine de zaman ve mekân içinde ülkeme uzaktan bakmama yardımcı oldu... Burada hep dans ediyordum ve müziği duymuyordum. Sürgün yılları müziği de duymamı sağladı... Tam 12 yıl...
Onlar, askeri diktatörlükler, ülkemde ve tüm Latin Amerikada korkuyla zehirlediler insanı ve insan ilişkilerini. Herkesini birbirine düşman ettiler. Toplumu zehirlediler, geriye açlığı ve şiddeti yerleştirdiler.
Aslında sistemi eleştiriyordu Kapitalizmi ve bozulan insan ilişkilerinin yerine paylaşmayı, dayanışmayı ve barışı savundu. Kardeşliği, aynı kaderi paylaşır gibi, toprağın sıcaklığında omuz omuza üretip birlikte olmayı ve direnmeyi öğretti
Sürgündeyken bile; ihtiyacı olmasına rağmen, sürgündeki devrimci arkadaşlarının yardımına koştu. Yoksullarla sınırlı parasını ve ekmeğini paylaştı. Ve onun deyimiyle Rüzgarın Yüzyılında hayata tanıklığını yaparak geçen yıl, 13 Nisanda ak yeleli küheylanına binip aramızdan ayrıldı
Martinique Adasında da bir yanardağ patlıyor. Pelee Dağı dünyayı ortadan yararcasına, kocaman bir kızıl duman püskürtüyor. Duman göğü kaplıyor, sonra için için yeryüzüne çöküyor ve oluşan depremle Saint Pierree kenti göz açıp kapayana dek yerle bir oluyor. Otuz dört binlik nüfusunun hepsi telef oluyor, bir tek kişi dışında.
Hayatta kalan bu kişi kentin tek hükümlüsü Ludger Sylbaristir. Hapishanenin duvarları hiç yıkılmayacak gibi yapılmıştı da!
Ne kadar benziyor bize 12 Eylül faşist askeri darbenin bu ülke halkına yaşattığı travma... Yurt dışına kaçmak zorunda kalan ve sefalet içinde yaşayan gençlerimiz... Darbeciler, ihbarcılar, soyguncular, ihaleler, taklacılar, işkenceler, tek tip elbiseler, idamlar, cellatlar, marşlar, tank paletleri... Askeri balolar ve uzunca bir tarihin soluk soluğa kalan anılarını tarihin belleğine nakışlayan yazarlarımız
Beton yığını kentlerimizin en sağlam binaları, hapishaneler... Ve bütün yaşanılanları tarihin belleğine taşıyan yasaklı kuşlar... Bizde neden Eduardo Galeano çıkmadı? Neden hala 12 Eylül ile yüzleşemedik! 15 Temmuz Amerikan destekli CIA ajanı Fetonun kanlı darbe kumpasını kim yazacak? Kim bilir ne zaman! Biz 78 kuşağı hala darmadağınık ve ruhumuzla halen paramparçayız...