Sayfa Yükleniyor...
Anadolu, Mezopotamya..
Yeryüzü medeniyetlerinin süt emdiği, beşiğinin sallandığı bu kadim coğrafyanın kaderinde hep tanrıların parmak izleri saklanmıştır.
Çöl, hurma ağaçlarının gölgelediği ve tanrıların çadır kurmadan uzanarak gökyüzünün derin ve delice saatlerinde kaybolduğu vahaların hepsinde sizi saran gizemin-büyünün sarhoşluğuyla uyanırsınız..Uyandım.. Sen kimsin ? Bu rüyanın içinde işin ne !.. Bu coğrafyanın kadim sahipleri kim ?.. Bu yeryüzü sonsuzluğunu ve gökyüzünün derinliğini, aydınlığı ve karanlığı kim yaptı !.Bu kentleri kim inşa etti.. Kendi içinde labirentlerle yedi kat arka arkaya sıralanmış ve bütün yüzeyleri seramik İştar figürleriyle kaplı surları kim yapmış diye düşünmeden uyuyamazsınız. Tanrı Mardukun öncesi ve sonrasındaki kızıl ve beyaz Arap atların yelesinde tutunmuş bir zaman tanesi içinde, bir yağmur damlası, bir ter boncuğu kadar ışıltılı ve küçük hayatımızın bu kokusunu ve rengini veren günlerin sahibi nerde !.. Ben nerdeyim? Tanrının ölümsüzlük ırmağında yıkanan masalların ilkini bana kim anlattı.. Yükseldikçe küçülen ziguratların toprak basamaklarında oturup ağlayan küçük kız çocuğunun sarı saçlarını rüzgarın rengine ve toprağın yüreğine gömen kim !. Anneler son çocuklarını da savaşa gönderirken arkasından çektiği zılgıtın ufuklarda çoğalarak ve yağmura dönüşerek uykusunu böldüğü tarihin ilk dizesini toprağa, tablete , şekle, simgeye dönüştüren tanrıçanın gözleri neden hala gün batımında soyunuyor!
İlk çiviyi çamura batıran ve hayatın sırrını simgelere yükleyen, simyacının çığlığını hangi dağ duydu ! Hangi çöl yaydı, hangi ırmak ıslandı, hangi deniz küstü ve rüzgar kendisinden daha hızlı akacak olan bu işaretleri kimden ödünç aldı !.. İlk işaretin çamura yaslanarak kuruması, imgenin sesten simgeye taşınması tanrıların yasalarını sonsuzluğa nakşederken çığlığın rengini saklaması yeni bir dünya, yeni bir hayat ve yeni tanrıların rüyasını çoğalttı. Artık hayat; tabletlere, çamura, kil toprağın ıslaklığına, kölelerin ayaklarına ve şairlerin, bilgelerin, rahiplerin, ellerinden hayallerine uzanarak donuyordu. Sözün Tanrısallaştığı bu coğrafyada yaşayan herkesin içinde, geçmişin şarap kokusu ve tanrıçaların bereketli ellerinden çizgiler saklanıyordu.
Zaman, hayatın çılgın tanığı olarak bizleri de sürüklerken, elimde son sayfalarını okuduğum ve bitmesini istemediğim GİLGAMEŞ destanı ile hayatımın bir dilimini bıraktığım Mezopotamyanın bereketli söylencelerindeki gizeme sarıldım.. Ölümsüzlük peşinde koşan yarı tanrı, Gilgameşin hayatının anlatıldığı bu yapıt, tarihte bilinen en eski medeniyet olan Sümerlerin, bilgelerin, tanrıların, halkın ve dönemsel olarak MÖ 3000-2700 yıllarındaki zaman dilimine denk düşen tanıklığın ilk destan özelliğiyle günümüze kadar ulaştırılmış olmasıdır.
Gilgameş destanını güncel hayat ile karşılaştırarak bize aktaran Araştırmacı Yazar İbrahim Ülgerin yoğun emek harcadığı bu yapıtı ile tarihin ilk yazılı belgesi olan destanın günümüze ışık tutan yönlerini ön planda tutması, günümüz olayları ile değerlendirerek ortak söyleme uzanması destanın, yaşama katılmasını da sağlamaktadır. Gizemli bir masaldan kurtarıp, günümüz insan ve olaylarıyla buluşturulan Gilgameştan öğreneceğimiz çok şey olduğunu görmek mümkün. Hayatın sağlıklı akışını doğadaki dengenin korunmasına bağlı olduğunu, kadın-erkek arasında ayırım yapmanın felakete yol açacağını, adaletin uygulanmasında eşit ve adil olmanın önemini, savaş ve barışın insan hayatına kattığı olumlu ve olumsuzlukların değerlendirildiği bu yapıtın içerik ve söylem zenginliği, okuyucuyu sarmakta; ideal bir yaşam kriterlerini bulmak ve tarihin derinliğinden gelen bir sesle günü ve geleceği değerlendirmesi için yolculuğuna ışık tutmaktadır.
Elbette hepimizin, geçmişin aydınlık yüzünden alacağı; öğreneceği çok şey vardır. İnsanın gelişim sürecini incelediğimizde Anadolu ve Mezopotamya medeniyetlerinin; Sümerlerin, Akadların, Babillilerin hayatımıza kattığı ruhun devinimsel özelliğiyle bugüne geldiğimizi görmekteyiz. Araştırmacı Yazar İbrahim Ülgerin bakış açısı ve araştırmaları; günümüz olaylarıyla da bütünleşen söylencelerin içindeki sırrı bir kuyumcu titizliğinde bizimle paylaşması, yapıta roman akışındaki imgesel çözümün hazzını da vermektedir.
Bu yapıtın kahramanı olan Gilgameş ve ruhunun yarısı olan can yoldaşı, arkadaşı Enkudinin hayatını anlatmaktan çok, bu anlatım içinde destanda varolan, saklanan veya insanlığa örnek olması gereken olayların gün yüzüne çıkarılmasıdır. İnsanın en büyük rakibi gölgesidir. O nereye koşsa, gölge onu izler Gölge ışığın ürünüdür. Işık ise yol gösterir. Özgürlüğe koşanlar, aydınlıktan kaçmaz... Gölgesinden kaçanlar karanlığa sığınır.. Onlardan korkunuz. Gilgameş, ölümsüzlüğün peşinde koşarken bir gerçeğin ışığıyla aydınlanır. Ölümsüzlüğün otunu kapan yılanın peşinden gitmez. Gelecekte anılmanın da ölümsüzlükle eş değer olduğunu anlar. Uruk şehrinin çevresinde yaptığı surlar, Fırat ve Diclenin sularını kanallarla çorak topraklara yöneltmesini geleceğe kalmanın ve anılmanın ilk adımı olduğunu bilir. Ölümsüzlük; tarihe yazılan düşünce ve eylemlerin izlerinde saklı olduğunu anlar. Ölümsüzlük için , dilden dile dolaşan yiğitliği yeterli değildir. Hayatın barış ve adalet içinde, bolluk ve barış içinde olması, doğaya saygı ve dengenin sağlanması da yeterli değildir. Bütün bunların hepsini birleştirmek, sentezini yapmak, adil uygulanan yasalar yapmak, ortak çıkarlar için birlikte hareket etmek, toplumu hoşnut etmek, okullar ve bilgeler yetiştirmek gibi düşünce ve uygulamalarıyla ölümsüzlüğü yakalayan Gilgameş bir bilge kral olarak, Sümer ve Akat medeniyetinin simgesi haline gelir.
Mezopotamyada gerçek masaldır, masal da gerçek. Efsane yaşamı anlatır, yaşam efsaneleşir.. Araştırmacı Yazar İbrahim Ülgerin belirlediği gibi, hayat paranın iki yüzü gibidir. Hangi yüzü görülüyorsa, arkasındaki yüzün de gerekliliğini kılmaktadır. Biri yoksa, diğeri de yoktur. Diyalektik olarak hayatın ve doğanın bütün perspektifleri içiçe ve birbirine bağlıdır. Paranın bir yüzü toprak ve su, diğer yüzü ateş ve havadır.. Karanlık ve aydınlık, sevinç ve hüzündür. Dengenin bozulduğu anlarda savaş başlar.. Kıtlık ve hastalıklar.. Adaletsizlik, sevgisizlik, doğal çevrenin yok edilmesi, karanlık ve ölümdür.. Kadın erkeğin arka yüzüdür.. Erkek kadının diğer yüzü..
Bin yıllar sonra Gilgameş, hüzünlüydü..Yumruklarını sıkarak, destanının yazıldığı coğrafyaya baktı.. Enkudi yaralıydı, İnanna, yarım kalan aşklarından Gök Boğasını doğurdu.. Gökyüzünde çoğalan casus uçaklarının ve uyduların ışıltısı Fırat ve Dicle üzerinde yakamoza dönüşürken, kıyısında ölülerini toplayan insanların çığlığı geceyi sonsuz bir hüzne taşıyordu. Kayan yıldızların yerine bombalar yağıyordu. Yağmurun rengi ve şekli değişmişti. Çocukların kıvırcık saçlarını ıslatan yalnızca kandı. Ve burda ölenler Gilgameşin torunlarıydı.. Susmak erdemdi, ayağa kalkıncaya kadar.. Gilgameş ayağa kalktı ve suratına tükürdü uçakların, füzelerin, mermilerin ve bunları yaratan medeniyetin.. Tanrıça İnanna, utancından kendi rahmine geri dönecekti. Döndü Bir yapıtın ölümsüzlüğü, çağına tanıklığı ve gelecek kuşaklara yol aydınlığı olmasına bağlıdır.. İşte dün, bugün ve yarının Işığın Kaynağı,Gilgameş Destanını mutlaka okuyun.