Sayfa Yükleniyor...
Kentler kimlikleriyle yaşarlar..Çocuklar ve kuşlar da öyle.
Hakkaride zaman beyaz giysileri içinde kanatlarını tamir ederken, biz büyük çocuklar geçiyoruz, tarihin mavi boncuk gözlerinden. Zap suyu kendini hayata boyayarak akıyor. Dağların kıyısında kalan son yeşilliğin ve gökyüzünden ödünç aldığı hafif lacivert maviliğin kucağında buz parçalarıyla bize doğru, geçmişimizden bugüne doğru hızla ve inatla akıyor. Gökyüzünü saklayan dağların, aralanmış tül giysisi içinde görülen açık kahverengi bedeninin usta bir ressam tarafından bize bırakılan kısmına, kayalıklarına ve uçurumlarına bakarak yolları fotoğraflarımıza işliyoruz.. Biz aslında üşüyen ve korkak çocuklardık.
Dağların heybetini ve suların çılgınlığını ve kahramanları kitaplardan ve filmlerden öğrenmiştik.Yüce dağ başlarını, kaybolan atlıların peşinden ağlayan prenseslerin saç örgülerinden tanıyorduk.Yollar bizim yolumuzdu aslında..Uçurumlar ,büyük kentlerdeki hayatımızın kıyısıydı, ters laleler ise; yılda bir kez aşık olan ve yalnızca ölen sevdiğinin arkasında ağlayan dizelerimizdi. Yere bakmanın mahcupluğundaydı dağ başındaki sümbüller. Kar eridiğinde geriye kalan anıların, oradan geçen gerillaların ve belki de türküleri donmuş bir askerin son söylediklerini ağlayarak anlatan perilerin son ayak izleriydi, ters laleler.
Tanrı, boş zamanlarında resmini yaptığı bu dağların, derelerin, uçurumların, lalelerin, insanların, çocukların bütün renkleri beyazdı. Beyaz, en kutsal ve temiz bir ruh olarak kutsandığı coğrafyanın hüzünlü ve suskun bir şiiriydi. Renkler ve sesler birleşerek aktığı rüzgarın ayak izlerinde özgürlük kokuları vardı. Hayat özgür olmalıydı kuşların kanatlarında, çiçeklerin renklerinde aşkın ezgilerinde.
Çocuklar akşama ulaşacak yolların izlerini kapatan rüzgara bakıyor.Kırık pencereden içeriye sığınan beyaz soğukların yabancısı olmayan ellerini kitaplara dokunarak ısıtmaya çalışıyorlar.Kitap dağıtılıyor,masaların üzerinde derin bir çizgi çekiliyor tarihe..Kitaplar ısınıyor .Öğretmenleri, çay kokulu sayfadan yüreklerini ve ellerini uzatıyor..Bakışlarında ;paylaştıkları öykülerin bir ucunda yer almanın veya belki de şekil verdikleri çocuk hayallerinin en güzel rengini bardağa döküp seyrediyorlar.Gün doğumunun suya düşmüş tadını alıp, pencereden ufuklara dökerken onları izleyen kırmızı önlüklü çocuklardan gelincik ve gül kokluyorlar.
Onlar yabancı anne ve babalardır aslında. Ağlayarak geldikleri ve ağlayarak ayrılacakları bu çılgın coğrafyanın en güzel masal anlatıcılarıdır, öğretmenler.. Kahini ve bilgesidir o daracık ve tek derslik okullarda. Çöl sıcağında gölge, buz soğuklarında yangın oluyorlar öğrencilerine. Acılarına umut, hayallerine uçurtma açıyorlar birlikte sınır boylarından gökyüzüne
Çocuklar şanslıydı.. Öğretmenler şanslıydı. Kar yağarken bize bakmadan beyazlığa koşan köpekler şanslıydı. Kargaların bıraktığı ayak izlerini hayatın en gizemli süsü olarak algılayan biz büyük çocuklar şanslıydı.
Dünyanın en güzel tablosunda yaşamak şanssızlıktı aslında. İnsanların birbirine ve hayata kuşkuyla bakmaları başkası tarafından önceden belirlenmişti. Dışlanan, yok sayılan, bir kentin, bir halkın kimliği bizi sevmeyenler tarafından belirlenmişti. Bu çocuklar bizdik aslında. Yırtık bir pencereden hayata bakmaya ve hayatı algılamaya çalışan bizdik. O masum çocuk bakışlarımızı kirletenler, bizi satanlar ve savaştıranlardı. Onlar yeryüzü şeytanı katiller ve emperyalizmin cehennem kazanına odun taşıyanlardı. Onlar aynı anda hem gerillayı hem de askeri öldürenlerdi. Halklar arasında ölüm çukurları kazan, bombaları yapıp bize armağan eden ve ölülerimiz arkasında düğün dernek şampanya patlatanlardı. Oyun içinde oyunu sahneleyip hepimizi aç çıplak bırakıp sırayla acılarımıza kına yakanlardı.
Gençlerimiz arkasında değişik dillerde çığlık çığlığa haykırdığımız ağıtları dinledikçe, keyiften çan çalan zangocu kutlayanlardı.Doğu uygarlığının insanı kutsayan, maddeyi ret eden, çıkarsızca seven ve paylaşan bilgelerin tütsü kokularından , inanç ve felsefelerinden korkanlardı..Tanrım beni kirlenmemiş çocuklarına armağan et!
Gittik Hayatımızın en güzel sayfasında kar vardı.Çocukların , anne ve babaların sofrasında kuşku..Yarınların buğulanmış camlarından gelecek sevinç zılgıtlarını bekliyorlar..Biz de bekliyoruz..Kardeşlerimizle halaya duran turnaların sıcak ellerini. Sarmak ve koklamak için geleceğin en güzel çiçeklerini.. Karlar eriyor. Çocuklar, bereketli ovaların ve yaylaların ırmaklarından beslenen çiçeklerin renklerini kovana taşıyan arıların marşlarını okuyorlar.. Gözleri ışıldıyor.. Isınıyoruz.
Hakkaride zaman sıcak bir rüyanın eşiğinde.. Meleklerin son duaları barışı kutsayarak geçiyor ruhumuzun gizli pencerelerinden. Ölümün kol gezdiği coğrafyada nihayet güneş ışıltısında sıcaklıklar dağılarak buzları eritiyor. Barışın kardeşlik türküleri eşliğinde yürek sıcaklığı artıyor. Ellerin ve birleşen bakışların içindeki kıvılcımlar yüz yıldır kaybolan kardeşlerin yüzünü aydınlatıyor.
Tanrım beni coğrafyana al.Bana bakan suskun çocukların elleriyle saçlarını örmek istiyorum kınalı saçlı annelerimizin.Mezarına dokunup kente ve hayata bakmalıyım en tepedeki ağaçtan ve şarkılar söyleyeyim geçmişin kaybolmuş yıllarına.. Atlarını Zap suyunda yıkayan bilgelerin ayak izlerinde yazılan, şiirin son dizesinden bir bulut beyazlığı bırak beni, bu dağların insana ve hayata bakan yüzüne.
Sustum. Hayat benden önce paylaşılmıştı. Zaman, bizden önce geçtiği yolların kıyısında birikmiş beyazlıkların üstü siyah bir pelerinine emanet verilmişti. Hemen aşağısında beyaz bir ovanın karnından açık yeşil, dertli bir maviliğin yüzünde barışa koşan rüzgar dans ediyordu.Bana doğru koşan çocukların sevincini içiyorum.. Biz hep çocuktuk aslında.
Tanrıya uçurtmasıyla masallar gönderen bir ressamın son torunlarıydık.
Biz dağların sevgi kuşlarına yol gösteren kardelenleriydik hayatın. Deniz kokulu yıldızların kollarıydık.. Koparıldıkça yeniden doğan sevgisiydik hayallerimizin. Biz Barışın kardeşlik türküleri eşliğinde yürek sıcaklığını dağlara veren Hakkariydik. Biz çocuktuk ve üşüyorduk aslında.