Sayfa Yükleniyor...
Uykuya doymadı çocuklar. Ekmeğe ve süte.. Oyuncağa ve baba sıcaklığına.. Annenin ninnisine, toprağın saklambacına.. Dayının terli bıyığına, teyzenin nasırlı ellerine.. Amcanın çaresizliğine Rüzgarın yelkenine, dağların kekliğine, suların serinine.. Yangının mevsimine, soğukların değirmenine ve hayata ve oyuna doymadan gittiler... Gittik.
Dağlar.. Tarihin en utanç sayfasına yıkılırken, kanını kekliklere verdi. Bulutların rüzgarı ölüme düştü. Usulca eğilerek geçen yağmur, yüzünü sakladı. Yerde çocuklar yatıyordu.. Yatıyorduk.. Anneleri ve rengarenk giysileriyle rüyalar dağılmıştı toprağın sarı yüzüne. Sabaha uzanan saatlerde dünyanın gözleri önünde insanlar sonbaharın yapraklarında kalıyordu.
Sarı.. Her yer sarı... Gök sarı.. Toprak sarı... Dağlar ve bulutlar ve ölümün sessizliğindeki ellerin birbirine sarılırken bıraktığı Ölümün, sessizce yola çıkmanın, boğulmanın ve eriyerek ciğerlerin kül renginden artan ninnilerin toplandığı saatlerdeki, çılgın yoksulluğun derinliği... Dağlar, birbirine yaslanarak uzun havanın peşinden bulutlara koşan suların arasından gelen gerillaların kardeşlerini boğan rüzgar, bir kıyıya yaslanıp duran ve kendini ve bizi yakan rüzgar...
Gün, kendi tarihine ihanetini işleyerek düştü, elma ağacından. Düştü kokunun cazip yolculuğu pencereden. Düştü derinliğine uyuyan toprağın, dağlar arasından dolaşarak gelen zebanilerin atlarından Ekmeğini, suyunu ve umudunu paylaşan yoksul ve direnen insanların yarım kalan halayından... Herkes kendi şarkısında gömüldü, herkes kendi açlığında bir kavgada... Uzun soluklu masalların ilk ve son kahramanı oldu çocuklar... Ağızlarında süt dişlerinin beyaz tadını alarak uzun ve derin bir uykudan... Ölen katillerdi aslında... Ölen çelik tanrıların çığlığını ve göbeğini taşıyan uşakları dünyanın... Ve ölen hep kendi sesinde taşıdı katilin resmini ana dilinde. Biz ölürken
Zaman... Zaman ihanetin dağlardan düşerek yuvarlanan taşların elma ağacındaki son dalıydı. Son uçurtmaları, küçük elleriyle çocukların. Kundaktan büyük yürekleriyle bir hicran en uzun türkülerin... Yağmurun, kendi bulutlarına sığınmasıydı aslında o sessizlik Çiğdem kokulu, fesleğen kokulu bir yolculuktu eşikten düşerek kurumuş bir bahçenin ardından...
Tanrım, sen çocuk olmalıydın aslında, bu oyunun kahramanlarından ve sırılsıklam annesine sarılarak uyanan sokaklardan... Tanrım sen şarkı olmalıydın elmayı Ademe yasaklayan, Havvayı bahçeden kovan Tanrım, sen çocuk olmalıydın annenin memesinden akan süt, ellerinden yüreğine akan sevgiden... Ve bizler senin havarilerin, uzun bir yaşanmışlıktan sonra, koşarak sana gelen.. Sırayla tanrım!... Ölüm sırayla.. Oyundaki; sırayla uçurtmaların peşinden koşarak, bağırarak, evin yolunu akşamdan alan... Uysal ve yalnızca yüreğiyle sana kendi masalını anlatan... Uzun bir yol yükü olmadan ve yorulmadan alnındaki son duanın içinden çıkarak uykuya kaçar gibi, sıcak minderinde sana yaslanan..
Irak... Coğrafyamın, yaralı kanatlarından düşen toprak.. İran, hayatımın dağlarındaki gerilla
Ve haklı olmanın; sığınaklarında dolaşan ceylanların, ayak izlerinde vurulan keklikler... Yağmur sonrasında soyunan gökyüzünün son fotoğrafında kalan zebaniler ve haramiler.. Bütün çocukluğumun oyunundaki çocukların ellerini ve rüyalarını çalan katiller... Düşen saatlerin içinden kan kırmızıyı sarıya taşıyan zebaniler...
Sustum... Hep sustum; kendi tarihimin dağlarından düşerek çocuk ölüleri arasına. Zaman kendi değirmeninde umudun beyazıydı. Direnmenin kahverengi dağları. Yolların, toza dönüşen kum tanesiydi ve yolculuğuydu uçarı kanat takmanın... Özgürlüktü ilk çığlığın düştüğü dağlardan ve direnen halklardan. Ve kocaman bir çocuktu, büyümemiş yüreğini yine küçük kalmış elleriyle taşımaktan. Ve çocuktu hayat, elma kokusuna kanarak ve kanatarak küçük ve dar sokaklarında saklanarak geçtiğimiz
Geçti gün... Geçti rüzgar; hayatın açlığını serinliğine vererek dağların arasından. Gün bütün kuşların şarkısını çocukların rüyasına sermek için, renkli uçurtmaların kuyruğunu bulutlara armağan ederek geçti... Kendi ırmağı içinde akarken; yıllardır sürüp giden savaşın son kahramanlarını, hüzünlü bir kaval eşliğinde, türkülerin ve ağıtların söylencesinde, yeni bir sayfaya taşıdı hayat... Ölüm kanıksanmıştı tarihimizde... Ekmek ve su dağların karlarını kana bulayan uçakların sesindeydi Ve biz çocuktuk.. Uyuduğumuz saatlerde gözlerini ufuklara vermiş binlerce çocuk gibi süte ve ekmeğe doymadan rüyalara koşarak yatıyorduk.
Yorganlarımız, keçeden kaçmış renkli bir umut inceliğindeydi. Pencerelerinde kırık olmayan camlara renkli bir gazetenin sağlam kalmış sayfası yapışıktı evlerimizde... Yollarımız, silah yüklü ağır cemselerden ezik ve tozluydu. Yere yakın damların kıyısından geçen ve toprağı delerek geceye bir burgu gibi giren zebanilerin marşları siyah saçlıydı. Apoletleriyle çizmeleri kirliydi. Tanrının ve bizim uyuduğu saatlerdi. Ağır bir gecenin en derin kokusunda saatler susmuştu. Bütün kuşlar ve kelebekler rüyalarını anlatarak sığındılar Halepçenin taş yollarına. Yollar serin gecenin ıslaklığını kendi gözlerinde saklamıştı. Bizler uyuyorduk, kendi sıcaklığımıza. Annelerimiz aç karınlarına ellerimizi bastırarak, barışa koşan gecede birer melek beyazındaydı. Aslında melek bizdik. Aç yatan annelerimizdi. Dağlara sığınan babalarımızdı. Erken ölen kardeşlerimizdi. Perde arkasından cama bakan sevgilimizdi. Dedelerimizdi, yeşil bir fidanı dağların sırtından taşıyıp bahçesine armağan eden.. Akan suların temizi bizdik.. Karların soğuk sesinde dereye akan ,türküleriyle ve sevgiliye koşar gibi dağlardan aşağı düşen...
O çocukların en küçüğü bendim. Kıvırcık saçlarını ödünç alan güneşten... Yağmura bulutları armağan eden annemizdi. Dağların tepesine inancı ve direnmeyi... Derelere çoğalmayı veren küçük ellerimizdi, elmaya kokuyu veren masallara koşan bizdik.. Oyun oynar gibi yere düşen taşların peşinden. Gülerek ve ağlayarak koşturan bizdik. Kül olan bizdik... Yağmur sonrasında gözlerinizdeki gözyaşı, kavuşurken sevgiliye yanan bizdik. Soluklarımızda ninnilerimizin ağıta düşen sözlerini sevdanıza taşıyan çocuklar... Uçurtmanın peşinde koşan, pamuk şekeri ve baloncuların en küçüğü bizdik.
Tanrı, elmayı attı kendi bahçesinden... Ademi de... Havvayı da... Şeytanları çelik zırhlarıyla kendi cennetinden. Ve uyudu zaman kendi sonuna. Çocuklar uyanmadan kendi rüyalarına, kanatlarını vererek ateş böceğine koştular... Aydınlığa... Barışa... Sevgiye... Halepçeye, Kobaneye, Özgürlüğe...