2

HALEPÇE’NİN  GÖZYAŞLARI


  • Oluşturulma Tarihi : 21.03.2015 07:09
  • Güncelleme Tarihi :

Uykuya doymadı çocuklar. Ekmeğe ve süte.. Oyuncağa ve baba sıcaklığına.. Annenin ninnisine, toprağın saklambacına.. Dayının terli bıyığına, teyzenin  nasırlı ellerine.. Amcanın çaresizliğine… Rüzgarın yelkenine, dağların kekliğine, suların serinine.. Yangının mevsimine, soğukların değirmenine ve hayata ve oyuna doymadan gittiler... Gittik.

Dağlar.. Tarihin en utanç sayfasına  yıkılırken, kanını kekliklere verdi. Bulutların  rüzgarı ölüme düştü. Usulca eğilerek geçen yağmur, yüzünü sakladı. Yerde çocuklar yatıyordu.. Yatıyorduk.. Anneleri ve rengarenk giysileriyle rüyalar dağılmıştı toprağın sarı yüzüne. Sabaha uzanan saatlerde dünyanın gözleri önünde insanlar  sonbaharın yapraklarında kalıyordu.

Sarı.. Her yer sarı... Gök sarı.. Toprak sarı... Dağlar ve bulutlar ve ölümün sessizliğindeki ellerin birbirine  sarılırken bıraktığı… Ölümün, sessizce yola çıkmanın, boğulmanın ve eriyerek ciğerlerin kül renginden artan  ninnilerin toplandığı saatlerdeki, çılgın yoksulluğun  derinliği... Dağlar, birbirine yaslanarak uzun havanın  peşinden bulutlara koşan suların  arasından gelen  gerillaların kardeşlerini  boğan  rüzgar, bir kıyıya yaslanıp duran ve kendini ve  bizi yakan rüzgar...

Gün, kendi tarihine ihanetini işleyerek düştü, elma ağacından. Düştü kokunun cazip yolculuğu pencereden. Düştü  derinliğine  uyuyan toprağın, dağlar arasından dolaşarak gelen zebanilerin atlarından… Ekmeğini, suyunu ve umudunu paylaşan  yoksul ve direnen insanların yarım kalan halayından... Herkes kendi şarkısında gömüldü, herkes kendi açlığında bir kavgada... Uzun soluklu masalların ilk ve son kahramanı oldu çocuklar... Ağızlarında süt dişlerinin beyaz tadını alarak uzun ve derin bir uykudan... Ölen  katillerdi aslında... Ölen çelik tanrıların çığlığını ve  göbeğini taşıyan uşakları dünyanın... Ve ölen hep kendi sesinde  taşıdı  katilin resmini ana dilinde. Biz ölürken…

Zaman... Zaman ihanetin dağlardan düşerek yuvarlanan taşların elma ağacındaki son dalıydı. Son uçurtmaları, küçük elleriyle çocukların. Kundaktan  büyük yürekleriyle bir hicran en uzun  türkülerin... Yağmurun, kendi bulutlarına sığınmasıydı aslında o sessizlik Çiğdem kokulu, fesleğen kokulu bir yolculuktu  eşikten düşerek kurumuş bir bahçenin ardından...

Tanrım, sen çocuk olmalıydın aslında, bu oyunun kahramanlarından ve sırılsıklam annesine sarılarak  uyanan  sokaklardan... Tanrım sen şarkı olmalıydın elmayı Adem’e yasaklayan, Havva’yı bahçeden kovan… Tanrım, sen çocuk olmalıydın annenin memesinden akan süt, ellerinden  yüreğine  akan sevgiden... Ve bizler senin havarilerin, uzun bir yaşanmışlıktan sonra, koşarak sana gelen.. Sırayla tanrım!... Ölüm sırayla.. Oyundaki; sırayla uçurtmaların peşinden koşarak, bağırarak, evin yolunu akşamdan alan... Uysal ve yalnızca yüreğiyle sana kendi masalını anlatan... Uzun bir yol yükü olmadan ve yorulmadan  alnındaki  son duanın içinden çıkarak uykuya kaçar gibi, sıcak minderinde sana yaslanan..

Irak... Coğrafyamın, yaralı kanatlarından düşen toprak.. İran, hayatımın  dağlarındaki  gerilla…

Ve haklı olmanın; sığınaklarında dolaşan ceylanların, ayak izlerinde vurulan keklikler... Yağmur sonrasında  soyunan gökyüzünün son fotoğrafında  kalan  zebaniler  ve haramiler.. Bütün çocukluğumun oyunundaki çocukların ellerini ve rüyalarını çalan katiller... Düşen saatlerin içinden  kan kırmızıyı sarıya taşıyan  zebaniler...

Sustum... Hep sustum; kendi tarihimin dağlarından düşerek çocuk ölüleri arasına. Zaman kendi değirmeninde umudun beyazıydı. Direnmenin kahverengi dağları. Yolların, toza dönüşen  kum tanesiydi ve  yolculuğuydu uçarı kanat takmanın... Özgürlüktü ilk çığlığın düştüğü dağlardan ve direnen halklardan. Ve kocaman bir çocuktu, büyümemiş yüreğini yine küçük kalmış elleriyle  taşımaktan. Ve çocuktu hayat, elma kokusuna kanarak ve kanatarak  küçük ve dar sokaklarında  saklanarak geçtiğimiz…

Geçti gün... Geçti  rüzgar; hayatın açlığını serinliğine vererek  dağların arasından. Gün bütün kuşların şarkısını çocukların rüyasına sermek için, renkli uçurtmaların kuyruğunu bulutlara armağan ederek geçti... Kendi ırmağı içinde akarken; yıllardır sürüp giden savaşın son kahramanlarını, hüzünlü bir kaval eşliğinde, türkülerin ve ağıtların söylencesinde, yeni bir  sayfaya taşıdı hayat... Ölüm  kanıksanmıştı tarihimizde... Ekmek ve su dağların karlarını kana bulayan uçakların  sesindeydi…Ve biz çocuktuk..  Uyuduğumuz saatlerde  gözlerini ufuklara vermiş binlerce çocuk gibi süte ve ekmeğe doymadan  rüyalara koşarak  yatıyorduk.

Yorganlarımız, keçeden kaçmış  renkli  bir umut inceliğindeydi. Pencerelerinde kırık olmayan camlara renkli bir gazetenin sağlam kalmış sayfası yapışıktı evlerimizde... Yollarımız, silah yüklü ağır  cemselerden  ezik ve tozluydu. Yere yakın damların kıyısından geçen ve  toprağı delerek  geceye bir burgu gibi giren  zebanilerin marşları siyah saçlıydı. Apoletleriyle  çizmeleri kirliydi. Tanrı’nın ve bizim uyuduğu saatlerdi. Ağır bir gecenin en derin kokusunda saatler  susmuştu. Bütün kuşlar  ve kelebekler   rüyalarını  anlatarak sığındılar Halepçe’nin  taş yollarına. Yollar serin gecenin ıslaklığını kendi gözlerinde saklamıştı. Bizler uyuyorduk, kendi sıcaklığımıza. Annelerimiz aç karınlarına ellerimizi bastırarak,  barışa koşan  gecede birer melek beyazındaydı. Aslında melek bizdik. Aç yatan annelerimizdi. Dağlara sığınan babalarımızdı. Erken ölen kardeşlerimizdi. Perde arkasından cama bakan sevgilimizdi. Dedelerimizdi, yeşil bir fidanı  dağların sırtından taşıyıp  bahçesine armağan eden.. Akan suların temizi bizdik.. Karların soğuk sesinde dereye akan ,türküleriyle ve sevgiliye koşar gibi dağlardan aşağı  düşen...

O çocukların en küçüğü bendim. Kıvırcık saçlarını  ödünç alan güneşten... Yağmura bulutları armağan eden annemizdi. Dağların tepesine  inancı ve direnmeyi... Derelere çoğalmayı veren küçük ellerimizdi, elmaya kokuyu veren masallara koşan bizdik.. Oyun oynar gibi  yere düşen taşların peşinden. Gülerek ve ağlayarak koşturan bizdik. Kül olan bizdik... Yağmur sonrasında  gözlerinizdeki  gözyaşı, kavuşurken sevgiliye  yanan bizdik. Soluklarımızda  ninnilerimizin ağıta düşen sözlerini  sevdanıza taşıyan çocuklar... Uçurtmanın peşinde koşan, pamuk şekeri ve baloncuların  en küçüğü bizdik.

Tanrı, elmayı attı kendi bahçesinden... Adem’i de... Havva’yı da... Şeytanları çelik zırhlarıyla kendi  cennetinden. Ve uyudu  zaman kendi sonuna. Çocuklar uyanmadan kendi rüyalarına,  kanatlarını vererek  ateş böceğine koştular... Aydınlığa... Barışa... Sevgiye... Halepçe’ye, Kobane’ye, Özgürlüğe...

HALEPÇE’NİN  GÖZYAŞLARI
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan