Sayfa Yükleniyor...
Her şey değişiyor
Hızla, sancılar içinde sayfaları çevriliyor insanlık tarihinin. Herkes bunun farkında En kötü koşullarda zamanın uçarılığından hepimiz şikayetçiyiz... Çabuk yaşlandık Çabuk büyüdük Mevsimler peş peşe Artık birbirlerinden de pek farkları yok... Belirteç olan iklimler allak bullak... Hangi mevsimdeyiz! Yaz ortasında dolu yağıyor... Kış ortasında insanlar denize giriyor... Her mevsimde her meyve vitrinlerde. Giysiler de öyle... Doğa şaşkın... Bizler ise bu akışın içinde birini algılamadan yeni gelen pırıltıları izlemeye, yakalamaya çalışıyoruz. Müthiş bir boşluk... Her şey var, ama hiçbir şey yok Dokunduğumuz, takvim sayfaları kendiliğinden dökülüyor... Dün babamızın elinden tutup lunaparka giderken şimdi çocuklarımız elimizden tutuyor.
Ne yapmalı... Nerelere gitmeli!
Teslim mi olmalıyız... Peki kime? Bir süredir görev yaptığım İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Halk Kültürü Araştırmaları şubesinde Folklör araştırmacısı arkadaşım İzzet Kocadağ ile çocuk oyuncaklarımızı sergilemeyi, panel düzenleyip bu çılgın akışın içinde kaçırabildiklerimizi veya saklayabildiklerimizi paylaşmayı, geçmiş, şimdi ve gelecek avuntularımızı değerlendirmeyi planlıyoruz Hadi sergiledik... Hadi nostaljik melodramlar... Hadi, özlem sunumları... Sonra?
Kapının önünde toprağa basmadan büyümüş insanlar. Tahta oyuncağı, rüyasında bile görmeyenler bilgisayar dışında oyun bilmeyen gençler, koku algısıyla tanışmamış aç kalmamış, toprağa düşen ekmeği silkeleyip yememiş, gülün, karanfilin kokusunu, yumurtanın; iki sokak öteden gelen kokusunu, domatesin, soğanın, yoğurdun, sütün, peynirin kendine özgü kokusunu bilmeyen bir kuşak Ve bu hızlı değişimin şaşkın ördekleri bizler...
Şaşkın ördekler... Evet biz... İnsanlık tarihinin milyonlarca yıllık gelişim sürecini bu kısa yaşam arenasında; birkaç on yılda yaşayan bizler... Tahta oyuncaktan, bilgisayar derinliğine geçen sürece tanık ve tanık olduğu için de şaşkın olan bizlerin çok şanslılığı yanında çocukluğumuzun geçmeyen saatlerini şimdi bir saniye olarak yaşamanın sarhoşluğundayız.
Zamanı durdurmanın olanağı yok. Akış hızla devam edecek. Bir gün geriye dönüşler mümkün olacak belki ama olağan akışı-dünya zaman birimine göre- değiştirmek mümkün değildir. Her şey ve herkes kendi çapında ve kendi özgün renkleri arasında hızla yitime doğru gidiyor. Siber hayatın insanı kucakladığı, içini boşalttığı ve bir sanal gölgeye çevirdiği bir zaman diliminde hayat artık geçiş sürecinin anlık adı olarak kayıtlara geçmektedir. Canlıların zaman algısı ve yaşam süreleri elbette uzay boşluğunda kapladığı alan ile orantılıdır. Bizim bir günümüz; karınca için bir aylık süreyi karşılar. Bir fil için, yarım gün. Dünya boyutlarına göre dönüş hızına göre birkaç saniye. Canlıların yaşam süreleri hayata dokundukları alan kadardır Küçükken görüp de korktuğumuz yükseklikler şimdi iki adımlık... Minarenin boyu hiç de devasa uzun değil. Ooo ne kadar büyük, dediğimiz 50 yaşındaki büyüklerimiz hiç de yaşlı değillermiş.
Ama her şeyin tadı vardı. Her rüzgârın bir kokusu. Her dokunmanın utangaç pembeliği ve sarılmanın titreyen tüyleri vardı. Öpmenin ve sarılmanın çığlığı ve rüyası vardı
Domates gerçekten kırmızıydı Mandalina da gerçekten Bodrum... Yumurta, beyaz ve papatya fallarından kalan ekmekti. Banyodan sonra günlerce sabun kokardık. Hamamın peştamal kokusunu taşırdık sokaklara... Sinemada kahramanları alkışlardık. Atlar rahat geçsin diye sağa sola kaçışırdık salonun içinde. Ağlardık ayrılan aşıklara... Kavuşunca sevgililer, mutlu olurduk biz kavuşmuşuz gibi... Kötü kahramanları yuhalardık, gazoz şişesini de atardık beyaz perdenin suratına. Kahraman çıkardık o karanlıklardan... Hepimizin gözleri birini dövecekmiş gibi yürürdük yollarda. Biz küçük kahramanlar, güzel veya çirkin bütün kızlara aşık olurduk. Her bakıştığımız kızla evlenmeyi düşlerdik. Tahta oyuncaklarımızı paylaşırdık, çam kokulu günlerin sokaklarında. Günlerce, topal köpeğimizle Tarkan gibi dolaşırdık tahta kılıçlarımızla... Sonra Wang yu olduk, havada tekne sallayıp düşmanlarını yok eden
Bizim düşmanlarımız var mıydı? Bizans kraliçesini zindandan kurtarıp bizim mahalleye, evimize getirip saklamak için Camokaya yalvarırdık. Hep sarı saçlıydı prensesler. Ve en güzel kızlar hep renkli gözlüydü. Biz esmerdik... Biz çirkindik. Ve hepimiz birbirimize benziyorduk. Bu nedenle hayatımız boyunca hep bizden olmayanları aradık. Salak salak sarı kızları ve renkli gözlü kızları rüyalarımıza aldık. Sonra gerçekten de aldık... Zaman kendi akışı içindeyken biz ruhumuzu ve benliğimizi tahta arabasına koyup dedelerimizin, ermişlerin tesbih tanelerinde sakladık.
Hayat bir tesbih tanesiydi. Kullan, kullanma o tanenin boncuk sesi önündekine ulaşır ve orda dönmemek üzere kalırdı. Dedelerimizin fotoğraflarını taşırdık cebimizde. Şimdi dedesinin adını hatırlayan bile yok... Ne yapmalı... Nerden dönmeli ilk sayfalara... Geç kaldık galiba... Evet geç kaldık.
Nalları düşmüş hayat beygirlerine yaslanıp sanal sayfalardaki boyalı bakışlara gitmenin veya o durakta beklemenin ruhsuzluğuyla sarhoş olmadan uyansak Sizi bilmiyorum ama ben çocukluğuma uyanmak istiyorum. Her yağmur sonrası, akmasın diye silindir taşı dolaştırdığımız toprak dama çıkıp, güvercin uçurmak istiyorum. Kale arkasına gidip dedemin bahçesinden meyve çalmak istiyorum. Karlıkların üzerindeki samanları sıyırıp, avuç dolusu kar yemek, bardağa pekmez döküp, kar helvası yapıp çocuk arkadaşlarıma dağıtmak istiyorum. Sonra yeni yeşillenmiş bir düzlükte çelik-çomak oynamak, topaç çevirmek, bezlerden oluşturduğumuz topla oynamak istiyorum Rulmanlardan yaptığım tahta arabama atlayıp yokuş aşağı çocuk sevgilime uçmak, rengarenk elişi kağıtlardan uçurtma yapmak ve Mezopotamya ovasına inmek istiyorum. Domatesin kokusuna, yumurtanın sarısına, soğanın kurusuna, kavunun kış uykusuna, masalların kırkına, hayallerimizin sıcaklığına gitmek istiyorum
Geç mi kaldım... Elektrikler mi kesildi ? İnternet mi? Bilgisayarımı kim aldı?
Tanımadığım, binlerce arkadaşım bekliyor... Hayallerimizi paylaşıyoruz. Yalan renkleri ve umutları... İzmirin imbatını, şarabın bardağına sarılıyoruz birbirimizle bizim olmayan pencereden, dokunmadan, koklamadan, bakışlarımızı intihara yollamadan. Çocuklarımız da o pencerede tutuklu. Ailece, bütün komşularım ve arkadaşlarım, akrabalarım, halkım ve bütün insanlar. Birbirimize bombalar gönderiyoruz, siber aşklar ve öpücükler... Sabaha kadar turlayan dünya ve uykusuz kalan hayat. Artık iflah olmaz zaman dilimindeyim. Duyarlılığımızın intihar saatinde. Ve hepimizin yalnızlığında, kendi doğurduğumuz tahta oyuncaklarımızın mezarında