2

KAFASIZ KOMUTANLAR…


  • Oluşturulma Tarihi : 22.07.2014 07:02
  • Güncelleme Tarihi :

Yağmur sonrası kızıl renge dönüşen pelerinleriyle askerler, komutanlar karşılıyor beni her gün. Her gün akşamüstü bıraktığım gibi ve bıraktığım yerde. Komutanlar, pelerinli ve omuzu kabarık olanların kafası yok. Elleri silahlarına uzanmış, benden “saldır” emrini bekler gibi  duruyor.. Yazın kızgın güneşin altında.. Kışın soğuk ve yağmurların altında. Bunca bağlılık ve disiplin sanırım dünyanın hiçbir ordusunda yok; ama benim askerlerim farklı.. Sadık.. İki yıldır, her sabah geçişimde selam durup, akşam ayrıldığımda da aynı titizlikle beni uğurlayan o muhteşem  üniformalı ve iri yapılı komutanların yanında mızıka çalan bir dizi askerlerin  hiç istiflerini bozmadan beni beklemeleri, müthiş bir duygunun anaforunda kaybolmamı sağlıyor..

Neden kafaları yok bunca komutanın!

Konak Meydanı, Varyant çıkışındaki  ağaçlı yoldan yürüyerek, ağaçtan ağaca zıplayarak beni takip eden karganın çığlıkları.. Adını bilmediğim simsiyah pamuk yığını kedinin  beni görünce  bütün engelleri aşarak  koşması herkesi şaşırttığı gibi beni de  şaşırtıyorsa da hiç belli etmeden günlük tekmilleri alıp, çalışma ofisime doğru yürürken, dönüp arkama baktığımda hepsinin aynı sırada ve göz ucuyla bile  bakmadan görevlerine devam ettiklerini, yalnızca bir düzine askerin mızıka çalmaya devam ettiğini görüyorum..

Ben Tanrı’nın kutsal adamlarından biri olarak; işyerimin  bu kadar güvenli olmasına şaşırmıyorum.. Sabah gelirken ve akşam ayrılırken, çalışma ofisimin önünde bekleşen insanların beni görünce put kesilmeleri ve benden hiçbir şey istemeden  yoldan geçişimi saygıyla karşılamalarını nezaket kuralları içinde sevildiğimi  ifade ediyorsa da, bu kadar bağlılığı anlamaya çalışıyorum. Simsiyah taşların ördüğü şatomun ön kulesinden içeri girerken dökülmüş süt beyazlığını bütün  basamaklarına yaymış merdivenden  gecenin ve hayatın serinliğini yudumlayarak ,içimdeki labirentlerin yükselen duvarlarını takip ederek en üst kata, Tanrı’ya yakın  en son odaya çıkarken, bütün kuşların o an da şarkılarını , pencereden masama  savurduğunu biliyorum..

Bu kuşların şarkısını öğrenin…Çünkü, sizi kendi cennetine çağıran başka kuş yok..

Simsiyah pamuk kedi yuvarlanarak, beni izliyor.. Fokai’de M.S.2005 yıllarındaki sürgün hayatımda kaldığım, sahildeki malikanenin balkonunda beni bekleyen kedinin;  iğrenç, çirkin ve nefret ettiğim, sıskalığı ile benimle konuşmasından sonra artık bütün kediler bendim. O günden beridir bütün göç yollarımda gördüğüm kediler benim  anlayacağım dilden konuşarak, Tanrı’nın armağanı olan sırlarımızı birbirimize bırakırız. Çalışma ofisimin varyanta bakan penceresinden köle kadınların tutulduğu talebe tevkifhanesine bakarken, milyonlarca müzisyen ağustos böceğinin şarkıları ruhumu kaçırmak için bekliyordu. Çünkü, günün ve gecenin gizemindeki nakarat gibi gözüken seslerde daha farklı bir ezginin güne, hayata ve insanlara dağıtılan soylu bir şiirin, dağınık imgeleri arasında sırrı yakalamanın yolları çiziliyordu.

Dışarda, beni bekleyen asker ve komutanların, büyüklüğü ve yaşları herkesi şaşırtıyorsa da ben gülümseyerek çocukluklarını anlatıyorum.. Onlara aşk şiirleri yazan Pagos Tepesi’nin  doğu yamacının sık ağaçlıklı  yolun aşağısında  yaşayan Homeros’un tanrıçalara okuduğu şiirlerin sesini bırakarak  susuyorum.  Smyrna …Ah benim biricik sevgilim Smyrna.. Sapsarı iki örgülü saçlarını kulaklarının dibinde bir küpe gibi sallayarak körfeze bakıyor. Sırtında ok kutusu, yay ve  küçük oval yüzündeki iri dudaklarında mevsime göre değişen taşların rengini saklayarak beni bekliyor. Her gün her sabah yüzünü okşayarak geçtiğim ve  ilk öptüğüm kız. Akşamın ayak izlerinde, pelerinini körfeze atmış dolunayın aşk şarabını yakamozlarla ruhuma serpen, beni kucağına alıp yıllarca masalımı anlatan prensesin gülümseyen ve yalnızca bende kalan dudak izlerini kutsal mabetlerin taşlarını tütsüleyerek öpüyorum.. Sütunlar.. Sütun başlıkları.. Oymalı taşların bütün hayatı anlatan çığlıkların simgeye, gerçeğe, sonsuzluğa ulaştığı zaman diliminde  Tanrı’nın bütün melekleri ellerinde meşalelerle geçmişten geleceğe uzanan yolların yıldızlarını  aydınlatıyordu. Yol labirentler içinde kendi yılanını beslerken geçen zamandan bir küçük dilim şatonun duvarlarına yaslanmış hayatı  ve beni izliyordu.

Bütün yaratıcılar ölümsüzdü, yılanların derisinde gider gelirdi. Ve gün yenilenirdi.

Hayatın, başını okşadığı atların dağlara koştuğu mevsimin gecelerindeki serinlik gibi ürkek yüreğine uzanırken komutanlar ayaktaydı. Sıralanmış tanrıçalar, prensesler ellerini ve  başlarını saklıyordu. .Hamile kadının büyüttüğü bebeğin parmak izlerini gören kuşlar şaşkınlıkla kendi yumurtalarını arıyordu. Pencereden aşağı bakarken gördüklerim aslında benim olan rüzgarın  getirdikleriydi. Lahit mezarlardan çıkmış çocuklar tekrar tırmanarak lahitin içine girip unuttuğu oyuncağını almak için asma dalının arkasındaki leopara basarak tırmanıyordu. Atlılar uzun bir yolculuğun prensini gölgede uyur bırakırken, taşlar, kayalar, dualar ve bütün arkadaşlarımın kaybettiği rüyalar ince bir boncuk kolyede çocuğun bileğinde sallanıyordu.

Denizi gözlerinde, dağları saçlarında, ovaları alnında ve cenneti ağzında saklayan bütün savaşçılar, kendi tanrılarını kutsayıp bulutların peşinden pembe bir ağaçta uykuya çekildiler. Penceremden aşağı sarkan örgülü saçlarımı kesen çocuklar, gülerek saklambaç oynadığı hayatımın dehlizlerinden Pagos Tepesi’nde şahin avlayan tanrılara koştular. Tarihin en uysal saatlerini suya döküp, gölgesinde taşıyan kuğuların ince uzun boynu, rengi azalan gökyüzünde  bulutları  dağıtıyordu. Yağmur yağmalıydı ve bütün yaralı askerlerin, kafasız komutanların saklanmış elleri bir heykeltıraşın rüyasında yeniden gelmeliydi..

Geldi… Tanrı, önce kafasız komutanları ve insanları  buluta attı.

Yağmur kendiliğinden sırılsıklam olmuş, toprak yolların içinde saklanmış binlerce nal izlerinde akıyordu.. Smyrna, güle dönüşen iri ve küçük dudaklarını sırtında taşıdığı kutudaki okun ucuna bağlayarak bana attı. Pencereden, şatonun penceresinden, bu muhteşem kaleden beni bulan bu ateşin ellerinde kalmak ,beyaz pelerinli rahipler için yeni bir söylencenin gizemli anahtarıydı.. Ve  zaman sustu.

Tanrı mutluydu. Önce beni, sonra bütün atlıları vurduğu kuşların kanı ile sorguladı.

Kan geri gelebilirdi. Ve intikam, tarihin en hüzünlü şerbetiydi. Yıllanmış şarapların içildiği mahzendeki toprak bardakların sesi duyuluyordu .Askerler mızıka çalıyordu.. Smyrna dans ediyordu.. Ağustos böcekleri kanatlarını çırpıp yeni bir ezgiye uçuyordu. Homeros, son kez gözlerini Meles Çayı’na atıp, asasına sarılarak bu kenti terk ediyordu. Şato yerindeydi. Çalışma ofisim Varyant’ın talebe tevkifhanesine ve siyah pamuk yığını kediye bakıyordu.. Gün koşturdu. Kanatlarını ölü kuşların renginde bırakarak aşağı indi. Ben merdivenlerden mevsimin beyazına yürüdüm. Kolu ve kafası olmayan komutanlar mızıka çalan askerlerin bakışlarını ödünç almış saatlere, bırakıyordu. Hamile Tanrıça ordaydı. Tanrılar ve tanrıçalar bu kısa hayatın en köşesinde duvara yaslanmış bakıyordu. Birbirimize bakıyorduk. Ve hayat kafasız komutanlar yetiştirmeye gidiyordu. Ben de sevgilime gidiyorum. Azalmaya. Susmaya. Kör olmaya. Anneme, doğduğum yere.. Çiçeğin libidosuna..

KAFASIZ KOMUTANLAR…
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan