2

KAR, NOEL BABA VE MARDİN


  • Oluşturulma Tarihi : 04.01.2015 07:50
  • Güncelleme Tarihi :

Tarihin ve bütün aşkların kadim kenti Mardin; bütün evleri, usta bir ressam tarafından, oymalı taş duvarları süt renginden kahveye doğru boyanırken, yağan kar gecenin içinde beyaz bir kontur oluşturuyordu. Üşüyen damların, duvarların üstüne konmuş bu beyazlığın kendine özgü sıcaklığı da vardı... Beyaz olan aydınlıktı... Beyaz olan temiz ve geleceğin güzel bir sayfasıydı.

Toprak damlı geniş avlulu taş evlerin üstüne serpilen bu beyazlığın uçları buz kandiline dönüşünce çocukların kahramanlık oyunları başlardı... Yarı çıplak çocukların ıslanmış ayak ve ayakkabıların izleri o an da yağan karla kaplanır, Mezopotamya’ya doğru esen rüzgarla;  sokaklar arasından küçük anaforlar yaratarak, küçük melek kanatları dediğimiz kar taneleri yüzümüze bıçak gibi saplanırdı.

Sokaklar arasında kürülen karlardan oluşan tümseklikler bütün insanların oyuncaklarına dönüşür, sırayla düşme numarasıyla yukarıdan aşağıya kendimizi bırakırdık. Biz, dümensiz gemilerin rüzgarın ve deli akarsuların hızında tepelerden beyaz köpükler saçarak sokağın sonuna kadar kayardık. Kayaklarımız; güç bela bulduğumuz ve büyüklerimiz tarafından açılıp düzeltilmiş Vita–margarin teneke kutularıydı. En şanslımız babası veya akrabası marangoz olan çocuklardı. Onlar küçük oturaklarıyla, altı dümdüz ve sabunlanmış direksiyonsuz ve yalnızca uçları iple bağlı bir kaydırağın sahipleri olarak hepimizi geçerdi.

Biz o tarihlerde şanslıydık. Meder dediğimiz dedeme ait ve kaçakçıların silahlarını ve atlarını sakladığı geniş ve yüksek duvarlı, yüksek tavanlı taş binanın içindeki labirentlerde saklambaç oynar, dışarıda yağan tepe tepe karların içinde toprak altına inen çocuk gerillalardık. Silahlarımız vardı... Ağaç dallarından yaptığımız tüfeklerimizi, ok-yaylarımızı, sapanlarımızı birbirimize ödünç verip, karşılığında meşe toplardık…

Dışarda kar vardı. Ve sürekli beyaz kümelerin üzerine gece baykuş sesleri ve çakalların ulumaları ile lacivert gecelerin dolunayı düşerdi. Berrak bir gökyüzünün yere bakan yüzünde beyaz tümseklikler, toprak damların siyaha çalan renkleri arasında kül dökülmüş yalnızlıklar vardı...

Her şey ve herkes yalnızdı.

Kurtlar kale eteklerinde sürü halinde gezip dolunaydaki ulumalarına dayanamayan dev buz kandilleri, tanrının öfkesi gibi,  donmuş kayalara çarparak düşerdi. Beyaza bürünmüş bir bahçenin birkaç ağacı beyaz kefen giymiş gibi kale altındaki mezarlığı saklardı... Dama çıkıp kaleye ve mezarlığa bakmaya korkardık. O korkunç gecelerin tek kahramanı deli Ali’ydi... Türkü söyleye söyleye kaleden; otlatmadan getirdiği keçilerin arkasından siyah bir tırtıl gibi kıvrılarak yukardan aşağıya, kaleden komşu olduğumuz evlerine gelirdi.

Hayat asla kirli değildi. Kar hiç bu kadar tatlı değildi... Üzerine pekmez döküp, akşam çevresinde toplandığımız sobanın üstündeki ibrikte kar eritilir, pekmezli kar helvasından sonra eritilmiş ve kar tadı olan suyu içerdik. Gece uzundu... Masalların tekrar anlatılması bile gece rüyalarımızda prens ve prenses olmamıza yeterliydi... Dışarıda sürekli kar vardı. Ve sürekli biz masalların içinde gezerdik. Sürekli aşık, sürekli atlarını ve askerlerini Meder’e bırakmış kahraman eşkıyalardık. Hayatın en temiz saatlerinde, biz bütün çocuklar tek bir odada ve tek bir yorgan altında sabaha kadar masal kahramanı olurduk.

Uyandığımızda kapıların önü karla kaplı olurdu... Evlerin arasındaki sokaklar avlu duvarlarını örtmüş olurdu.Kediler ve köpekler ve bizler üşümezdik.Gövdesine kadar kara bata çıka gidip gelen insanların beyaza boyanmış saçlarına ve yüzlerine bakıp  gülerdik..Gülmek için birbirimize bakmamız yeterliydi.Hayat  oyun,beyaz kar ve masallardan oluşuyordu.

Bu mevsimler, kar yağması ve yollarımızın kapanması, yılbaşına yaklaştığımızı anlatırdı... Kapıları örtecek kadar kar… Sokakları kapatacak kadar kar... Ancak yılbaşına doğru yağardı. Ve yılbaşının en farklı göstergesi; cevizli, susamlı helvaların yuvarlak tepsi büyüklüğünde dökülmesi ve özellikle komşumuz olan Kırklar Kilisesi rahiplerinden peş peşe siparişlerin gelmesiydi.

Babam. Leblebici Mehmed veya Ammo Hamo... Ayrıca bu bölgenin en ünlü helvacısı olmanın gururunu taşırdı. Sabah erkenden Kürt köylülerin getirdiği ince uzun dalların, eşek yükü olarak satıldığı odunları dükkanın köşesinde dizer, öbür köşede bulunan leblebi, fıstık ve çekirdeği kavurduğu çevresi kil toprakla sıvanmış büyük bir sacın yanında kuruturdu... Küçük dükkanın öbür köşesinde ise yalnızca helva yapımında kullandığı ve yanında kök-ırk- dediğimiz köpüğün yapıldığı küçük bir kazanın yanındaki pekmez sacı yalnızca bu günlerde kaynar ve işe yarardı.

Beyaz ve sim süslemeli elbiseleri ile başında yine simli süslü yukarı doğru daralan uzun şapkalı papaz veya rahip en önde tütsü kutusunu sallayarak ve dualar ederek Arnavut taşları döşeli caddeden geçerken arkasında yüzlerce inanmış saygılı bir şekilde komşularını ve birbirlerini selamlayarak geçip kiliseye, Kırklar Kilisesi’ne giderlerdi... Babamın arkadaşları ve komşusu olan  rahipler  akşamüstü gerçekleşen bu yürüyüşten sonra gelip babama susamlı,cevizli  koz helva siparişi verip giderlerdi.Altında odun ateşi yanan  bakır   sacın içinde Zinnar bahçelerinden  getirilen  pekmezlerin kaynadıkça çıkardığı  hafif çikolata kokusu hepimizin iştahını kabartır,içine daldırılarak  verilen  peksimetin tadını  gece boyu  saklardık..Karın yağması Noel’in gelmesi demekti. Bol bol helva yemek ve kestane  demekti..Süryani komşularımızın  hep bakımlı olan evlerinin süslenmesi,yeni yiyecekler,giyecekler ve paylaşım demekti.Yılbaşına 15 gün kala başlayan bu renkli ritüellere  komşu Müslümanlar da katılır,yağan karların yarattığı  hayal dünyası içinde  birbirlerine  gidiş gelişleri artardı.

Kar Noel demekti..Hazreti İsa’nın annesi Meryem’in,  Mardin’de  konakladığı,yaşadığı  ve ilk inanan,ilk Hıristiyanların  komşumuz Süryaniler  olduğu  söylenceleri   bütün Mardinlileri coşkuyla buluştururdu. Yılbaşı, bayram ve paylaşım demekti… Paylaşmak... Cevizli helva, susamlı helva, kar, tütsü ve ilahilerle bütün kenti kötülüklere karşı korumak demekti. Zangoçların yılbaşında sevinçle çaldığı çanların ovaya yayılan sesi karların üzerinde yıldızlara dönüşür rüyalarımıza girerdi…

Gece yarısı kar..Mezopotamya’ya tepeden bakan taş oymalı bir kartalın ayak uçlarını örten karların; oymalı  taş evlerin büyüsünü laciverde saklayarak , buz kesilen rüzgara dağıtılan masalların,  meşalelerle koşan zamanın tütsülerinde  hayallerimizi bırakarak büyüdük.

Artık kar yağmıyor Mardin’e..Artık Noeller  yalnızca birkaç duada saklanarak dağıtılan adaklarla  bitti.Dualarıyla kenti ve ruhumuzu tütsüleyen  Rahip amcalarımız da yok. Helvacı Hamo’da gitti. Rahmetli Hanna Dolapönü ve değerli hocam Rahip Kahin Cebrail Allaf’ın ayak izlerinde saklanan karların yerinde  tütsüler de  kayboldu..Pekmez kokusu öldü. Karın beyazlığı ve saflığı..Kaleden aşağıya sarkan buz kandilleri  ve sabaha kadar öten  Baykuşun  bakışları da..Kale altındaki mezarlıkta yer kalmadı..Orda gömülecek  eski zaman masalları da..Artık kar yağmıyor Mardin’e..Artık yılbaşı  yok..Cevizli helva..Meryem’in hasreti de..İsa’nın  gözyaşlarını kirlettiler. Bütün peygamberler öldü. Mederde saklanan eşkıyaların baharat kokulu atları da yok. .Hoşça kal Mardin..Hoşça kal Mezopotamya.. 

KAR, NOEL BABA VE MARDİN
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan