2

Kırlangıçlar İçimden Uçunca


  • Oluşturulma Tarihi : 24.11.2015 08:01
  • Güncelleme Tarihi :

Güne başlayan sığırcıkların çığlıkları arasında bembeyaz karların üzerinde uzanıp, kollarını sisli bir gökyüzüne açarak kar tanelerini yakalamaya çalışan küçük bir çocuğun sevince dönüşen hüznünü sakladığı gözlerinde, ılık bir nem vardı. Yakalayamadığı ve yüzüne düşerken eriyen kar tanelerinin anlattığı öyküyü küçücük yüreğinde saklarken, tepesinde halkalar çizerek saklambaç oynayan kuşlarla hiç bilmediği mevsimlere, kıyılara uçuyordu. Onu saran gökyüzünün derinliği içinde kar kadar hafif ve kar kadar sıcak umutlarıyla açlığın, yoksulluğun ve babasızlığın bıraktığı burukluk, binlerce tüyden oluşan kanatlara dönüşmesini diledi... Birden uçtuğunu hissetti. Yattığı yerden gökyüzünün konfetisine dönüşen kar taneleri arasında tıpkı günlerce izlediği ve özendiği kırlangıçlar, serçeler, sığırcıklar gibi uçuyordu. Bakımsız ve düzensiz kesilmiş saçlarına yapışan kar tanelerine aldırmadan Perisuyu'nu, köyünü, tek odadan oluşan evlerini, kargaların tünediği ve beyazlar içinde kapkara bir dal gibi gözüken ağaçları ilk defa seyretmenin heyecanıyla sislere karışarak uzaklaştı.

Uzaktan yılan gibi kıvrılarak giden bir trenin üçüncü sınıf kompartımanında, kat kat giyinmiş bir annenin kucağında midesi açlıktan ve sarsıntıdan kıvrılmış zamana düştü. Çocuk bilinmezliğin ve yalnızlığın tünellerinden kaçışan yarasaların kanatlarında yapışmış isin sayfasına annesinin sıcaklığını sardı... Giderken cebinde sakladığı kuş yumurtalarının rengi değişti. Büyük arabalar, büyük evler ve yeryüzünün bütün insanlarını saklayan kentin çatılarında tünemiş martıları gördü. Artık kar yağmıyordu. Susam kokan gevrek fırınlarının camlarında okuyamadığı tuhaf şekilleri koparıp yumurtaların üstüne yapıştırdı. Hayat yapışıktı. Bohçasını taşıyan annesinin elini tutup kalabalığa karıştı... İkisi de yalnızdı. Gittikleri evin, büyük odalarının bir köşesine sığınıp herkesin aynı anda baktığı süslü bir kutudan gelen müzik seslerini hızla çarpan yüreğinin bir köşesindeki kuşların yanına koydu. Artık gece, bulanık bir aydınlığın koynunda kaval çalmadan geçen sürülerin ayak sesleriyle sabaha uzandı. Uyku yoktu. Gün, ufuklarda yankılanan bir ezan sesiyle koşturan insanların yarım kalan uykularını taşıyarak daracık sokaklardan çoğul yalnızlığa koşuyordu. Cama baktı, kirli bir çamurun haritasıyla kent bütün çocuklarını yutarken irkildi... O yalnızdı. Lastik ayakkabısını giyip sokağa çıktı. Kırlangıçlar yoktu… Serçeler, kargalar, sığırcıklar ve kuru tandır ekmeğini paylaştığı köpeği, içinde perilerin yüzdüğü ve ancak dolunayda saçlarını gösteren peri kızlarının yıkandığı Perisuyu yoktu... Dönüp annesini saklayan eve baktı. Ev sessizce kendi duvarlarına sığınmıştı. Yürüdü... Az önce uzandığı karların beyaz kelebeklerini kar tanelerini yakalamak için koşturdu... Uçtu... Kar tanesi oldu… Su damlası oldu... Irmaklara karıştı…

“Bu alemde varoluş nedenim; uçuşan renklerde, tatlarda, kokularda bir damla su olmak” diyen sevgili dostum ,doğa bilimci, yazar Ali Tiyar Gök'ün “acısı damıtılmış Günlükler”ine  giriş böyle olmalı diye düşündüm.

Hayatın gerçeklerini doğayla bütünleşmekte bulan, insana ait bütün sırların doğada saklı olduğuna inanan ve bütün insanlarla bu sırrı paylaşan Ali Tiyar Gök, çağdaş bir gezgin olarak doğduğu köyden çıkıp, İstanbul'a, Çanakkale’den, Ayvalık, Bodrum ve Datça'nın doğa harikası koylarında gezerken yaşadıkları, gözlemledikleri ve bir doğa bilimci olarak keşiflerini bizimle paylaşmaktadır bu yapıtında. Unuttuğumuz, içinde yaşamamıza rağmen farkına varamadığımız doğadaki olağanüstü güzellikleri Günlüklerinde sunarken, doğada keşfettiği bütün gizemlerine sararak, bir bilge ruhuyla bizi de alıp o çiçeklerin büyüsüne, denizin derinliğine, kuşların şarkılarına konuk ediyor.

Çarpık kapitalizmin ve egemen güçlerin kuşattığı insanı; ruhundan, özünden koparan yaşam kaosunda kaybolan insanı sarsarak kendine getirme çabası içinde. Bir yazar bir aydın olarak yaşama tanıklığını yaparken, tepki ve yorumları ile yine insana özüne dönerek, birey olarak toplumsal konumunu ve sorumluluğunu da hatırlatmaktadır.

Peki Günlüklerin böyle bir sorumluluğu var mı diye düşünülebilir... Bir edebiyat türü olarak düşünüldüğünde; Günlüklerin diğer edebiyat dalları gibi toplumsal bir misyon üstlendiklerine inanıyorum. Yazarların içsel yolculuğu sırasında yaşadıkları çağa tanıklığı yerine getirmesi ve yayınlama kaygısı duymadan tümüyle özgür düşünce ile gözlem ve yorumlarının hayatın içindeki ırmaklarla buluşması bütün bu eylemlerin günlük olarak şekillenmesi “Günlük”lerin önemini daha da arttırmaktadır. Stendhal'ın dediği gibi, günlük; “Bilincimin gizli ve derin taraflarının yazıya dökülmüş şeklidir.”

                A.S.Puşkin, Andre Gide, Paul Gaugin, Julien Green, Stefan Zweig, Katherine Mansfield, Virginia Woolf, Cesare Pavese, Sylvia Plath, Marcel, Camus, Dali, Kafka, Hugo, Baudelaire ve ülkemizde Salah Birsel, Nurullah Ataç, Cemal Süreya, Oğuz Atay, Adalet Ağaoğlu, Tomris Uyar gibi birçok sanatçı; kendi içsel çıkmazları, hesaplaşmaları, eleştirileri, güncel ve tarihsel yorumları ile bıraktıkları günlüklerle yaşadıkları döneme birer ayna tutmuşlardır.

“Acısı Damıtılmış Günlükler” ile “Kırlangıçlar içimden uçunca yazmak zorundaydım” diyen, Ali Tiyar Gök, yaşadığı çağa tanıklığını yaparken, gelecekte yazacağı roman ve öyküler hakkında da bize ip ucu vermektedir. Bir derviş edasıyla doğayı, hayatı betimlerken, yaşamındaki burukluğun, sevgi ve coşkunun da derinliğine güçlü bir kalem erbabının mütevazi yaklaşımıyla bizi de sürüklemektedir.

Günlüklerden yola çıkarak; bir zamanlar  İstanbul'un kandilli, Adalar, Beylerbeyi, Anadoluhisarı, Koşuyolu , Bodrum-Gölköy, Perisuyu ve Datça Yarımadası’nın doğal ve tarihsel kimliğini, çiçeklerini, kuşlarını, balıklarını, ağaçlarını, yaşayan insanların portreleri, sanatçıları, aşkları, kavgaları, çocukları, böcekleri ve bütün bu betimlemeler yapılırken toplumsal yapı ile yaşanılan olayların politik dolapların, aşkla, sevgiyle özlemle harmanlanan bir tablonun içinde çocukluğunu ve annesini özleyen büyümüş  çılgın bir çocuğun duyarlılığını yaşamak mümkün... Her insanın yüreğinde sakladığı çocuğun sevimli bakışlarını ve hırçın tepkilerini kuşanırken siz de Datça da   kıyıda çakıl taşlarının üzerinde sessizce yürüyen, size küsmüş ama çiçeklerle, balıklarla, kuşlarla konuşan  çocuğun peşinden gideceksiniz..

Kar, bembeyaz pelerininin üstünde kelebeklerini uçururken, çocuk sırtüstü uzandığı yerde gözlerini açtı. Kırlangıçlar düğün halayına yetişmek için kanatlarıyla yolu açıyordu. Artık düşen kar tanelerinin en büyüğünü Perisuyu’na taşımak için hafif bir rüzgar bekleniyordu. Siyah elbiseleriyle ıslanmış ağaçların arkasında saklanan gerillalar, annelerini arayan seslerine hüzün çöktü. Gökyüzü uzaklarda kızıla dönüşürken, kar sustu. Çocuk yüzünde sakladığı kelebekleri sildi. Annesi, sırtında taşıdığı umutlarla geliyordu. Çocuk ayağa kalktı. Alnına uzanan sıcak bir eli öpüp, yüreğine koydu. Anne gitti. Kar gitti... Kuşlar gitti... Kelebekler gitti... Sonra, çocuk  “Acısı Damıtılmış Günlükler’de kaldı.

Kırlangıçlar İçimden Uçunca
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan