2

MARDİN-BAYRAM VE ÇOCUK -1


  • Oluşturulma Tarihi : 26.09.2015 07:11
  • Güncelleme Tarihi :

Mezopotamya ovasının başladığı büyülü bir sayfanın tepesine konmuş bir kartal bakışıyla ufukları süzer, gün batımına yakın güneşin renklerinden oluşan figürleri meleklerin kanatlarına benzeterek hayallere dalardık.

 Taş evlerin balkonundan ve avluya girdiğimiz dış kapının üstündeki ilginç, çözemediğimiz tuhaf harflerle kutsanmış bir hayatın duaları ve dış kapıların üstündeki kabartma şahmeranın bakışları arasında yoldan geçen insanların ayak seslerini duyardık.

Ses, bu sonsuz sessizliğin içinde yalnız olmadığımızın duygusuyla bizi rahatlatırken, ağır ama ritmik ayak seslerinin bizden uzaklaştığının azalarak yalnızlığımıza geri dönüşün baharat kokulu rüzgarı ani çığlıklarla bozulurdu...

Onlarca, çocuğun çığlığı, taş sokaklarda yankılanan haykırışları çoğunluğunun ayakkabısız, terliksiz koştuğunu, ellerinde tuttukları sopaların ucunda çaput dediğimiz atık bez parçalarından oluşturulan tombiş şişkinliğin sıvı gaza daldırılarak yakılmış olması bizi heyecanlandırırdı. İpini koparmış onlarca çocuğun aynı anda çıkardığı seslerde yüzyıllardır tekrarlanan bir dileğin, duanın koro halinde ve ellerinde yamuk yumuk sopalara sarılmış bez parçalarının bol isli alevleriyle meşalelerin yarattığı mistik koku evimizin hemen köşesinde bulunan “Şeyh Maruf” yatırının, mezarının bulunduğu köşeye kadar uzanırdı. Koro halinde okunan ilahiler ve aralarına serpiştirilmiş talepler, adak adayan kişinin istemlerinin olduğu veya olması için yapılan bir ritüeldi.

“Meşal Ebu abit…fikke ale ibedik”…”Meşal Ebu Abit…fikke ale İbedik..” (ateşi yakan kulların sahibi, kullarının sıkıntılarını çöz...)

Yüzlerce, binlerce kez tekrarlanan bu dilek-talep veya şükran duygularının çocuklardan oluşmuş koronun sesi, kartal yuvası Mardin’den, ovaya, Mezopotamya ovasından Basra’ya kadar uzanan bir coğrafyanın bulutlarına, rüzgarına sarılarak uzaklaşırdı...

Ses…Ve taş yontular arasında yankılanarak ruhumuzun kanatlanmasını sağlayan bu gösteriler, çocuklar için bayram havası içinde mutlu,neşeli ve tatlı bir yorgunlukla akşamın kapısını aralamaya ve sedire  büyük bir iş başarılmış gibi uzanmaya hak kazanmamızı sağlardı…Mezopotamya, sarının altından, bakıra…Sarının altından gümüşe  çalan renkleri arasında Van Gogh’un  rüyaları saklanırdı.Yer sarı, gök sarı, tepesinde gezen binlerce kuş sarıydı...Altın, rengini buradan aldığı  söylencesini  sonsuza kadar  tekrarlayacak, tüy hafifliğinde yüzümüzü okşayıp geçen rüzgar  hem ovada hem de  yüreğimizde saklambaç oynardı..

Kalede bulunan Ramazan topu, komşumuz Hacı Bedir’in oğlu Şemis doldurur ve tam ezan sesinde patlatırdı. Şemis’in yanına iftarlığını da alıp kaleye tırmanması, iftarın başlamasına az kaldığının göstergesiydi. Ve biz çocuklar hepimiz Şemis’i çok severdik. Şemis demek, orucun bitmesi, mis gibi hazırlanmış iftarlıkların, kavurmaların, ev yapımı bol sarmısaklı sucukların, çiğ köftenin, “mağlota” dediğimiz mercimek çorbanın ve arkasından bol cevizli  baklavaların tel dolaptan çıkarılıp iftara, yemeye hazırlanması demekti.

Top patladı...

Müthiş bir gürültüyle bütün Mezopotamya ovası sallandı… Kaleden yayılan duman şehrin üzerine kara bir bulut gibi çökerken, korkudan ne yöne kaçacağını bilemeyen binlerce güvercin havalanır, altın sarısı ovaya, Van Gogh’un tablolarına sığınacak bulut arardı. Arkasından davudi bir ses ezan okur, ovaya yayılan o uzun ve mistik sesin arkasından çan sesleri duyulurdu. Çan ve ezanın birbirini tamamlayan ve ovanın başlayan akşamına doğru koşan güvercinlerle dağılması, yeni ve uzun bir akşamın habercisini oymalı taşların saklandığı evlerin avlusunda kurulmuş sofralara dostluk, sağlık ve barış dilekleriyle tatlılarla buluşması demekti. Okunan her ezan, her çan sesi ve Şemis’in kaleye tırmanması beklediğimiz Bayramını daha da yakınlaştırıyordu.

Müthiş bir gürültüyle oruçlu saatlerin, ayların, yılların sona erdiğini müjdeleyen ses, patlayan topun sesi hepimizi sevindirirdi. Geleneksel olarak herkesin 5-6 yaşlarında oruç tuttuğu, oruç tutan çocukların ablaları - abileri tarafından omuzlarda taşınarak sokaklarda gezdirilmesi ilk ve önemli ayrıcalığıyla bütün çocukların hayallerini süslerdi.Şemis demek, ayrıca bayram demekti…Şemis’in her kaleye çıkışı, her top patlatması o bütün çocukların dört gözle  bekledikleri, bayram, bayram da, hediyelerin verilmesi, bayramlıkların giyilmesi demekti...Bütün ailenin erkekleri toplanarak  mahalleyi dolaşması, bütün yaşlıları ziyaret etmesi  ve dolaşırken bayram hediyemizi, bayram harçlığımızı almamız demekti.

Büyüklerimizin yanında yatardık bayram sabahı camiye giderken bizi de uyandırsın veya onlar uyanırken o gürültü de biz de uyanır peşlerinden giderdik.

Herkes haddini bilecek…En önde dedem, arkasında   babam, dayılarım, amcalarım...Herkes yaş sırasına göre peş peşe camiye doğru yürürken en büyük erkek torun olmamın  artısıyla ben hep “Kaçakçı Hamdo” lakaplı ve mahallenin en saygını, zengini, eşkıyaların hamisi dedemin elinde en önde yürürdüm. Ağzında sarma tütün sigarasıyla, sigaradan sararmış bıyıklarıyla ve yorgun, titremeye başlayan elleriyle saçımı okşar, bayramın ilk hediyesini verirdi.

İlk bayram namazının çıkışında bana Suriye’den getirilmiş deri-kösele ayakkabımı kaybettim. Birileri yanlışlıkla aldı ama ben ağlayarak, camide bulduğum bir takunya ile eve geldim. Çok üzülmüştüm.. Dedem ilk gidişinde bana daha fiyakalı ayakkabı getirmesine rağmen, ondan sonra hiç camiye gitmedim.

Bayram…

Hurra…hadi “Sok ıl bakar” (inek çarşısı)…Bütün çocuklar...İstiklal sineması , Karaoğlan…Yılmaz Güney...Tarkan.. filmleri...Kurulan atlı karıncalar...Tahta bacaklı palyaçolar...Çat-pat  gürültüsü, hapishaneden kaçmış binlerce  çocuk haykırışları arasında hem kendimizi hem paramızı bitirirdik..

Savaştan çıkmış gibi, kirlenmiş, yırtılmış bayramlık giysilerimizle Kırklar Kilise avlusuna gider, rahip ve papaz amcaların, özellikle de Cebrail Allaf’ın özel bayram şekerlerinden yer, avluda meşe oynardık.

Akşam olmamalıydı…Bayram bitmemeliydi...Şeker ve ilk defa tanıştığımız çikolatalar ,mendil içinde saklanarak verilen bayram harçlıkları,o sıcak insan ilişkileri bitmemeliydi…

Ezan sesiyle Mezopotamya ovasına uçan binlerce güvercin başka kentlere göç etmemeliydi...

Bayramın geldiğini, top’un patlamak üzere olduğunu simgeleyen Şemis ölmemeliydi. Dedem, babam ve dayılarım, amcalarım  hep o yolda elimi tutarak yürümeli ve saçlarımı okşayan o elleri beni bırakıp gitmemeliydi...İstiklal sinemasında  Erol Taş, kötü adam bile olsa, orda kalmalıydı…Ve ben orda kalmalıydım…

MARDİN-BAYRAM VE ÇOCUK -1
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan