2

PETRA’NIN GÖZYAŞLARI…


  • Oluşturulma Tarihi : 24.06.2014 06:52
  • Güncelleme Tarihi :

Dilenen bütün Suriyeli çocuklar benim..

Konak’tan Pasaport’a doğru koşturan rüzgarın değmeden geçtiği bir köşede saklanmıştı. Üstünde eski ve yıpranmış bir zaman pelerini gibi duran siyah giysisi ile yalnızca gözlerini kapatıyordu. Utangaçlığın çocuk renklerinde yüzünün gözüken kısmında haykıran açlık, yalnızlık ve kaybolmuşluğun figürlerini saklıyordu. Kucağında kundağa sarılı ve köşeden, gün yüzünü belirten aydınlığın süt kokulu bir bebek yüzü uyuyordu... Genç kadın, Smyrna’nın bereketli ve şefkatli kentinde borsa binasının kuytu bir köşesinde yere çökmüş, Tanrı’yı bekliyordu. Yanında yere oturmuş, küçücük bir kız çocuğu saçlarında oluşan dağınıklığı yuvaya benzeterek her an gelip konacak bir kuşu bekliyordu.

Bebek uyuyordu. Ve koşturan hayatın ilk adımları olan bu saatlerin ilk sayfasında ağlamadan ve belki de sürekli uyuyarak, zamanı ve hayatın acımasızlığını unutmaya, görmemeye çalışıyordu. Genç kadın, gelip geçen yüzlerce lüks otomobile, şık giyimli insanlara da bakmıyordu. Yanında oturan kız çocuğu, yüzünü yere çevirerek uzaklara baktığı anlar da  diğer elindeki ince bir çiçek dalı ile yeryüzünü süpürüyordu. Genç kadın, kız çocuğu ve bebek hiç kimsenin umurunda değildi.

Smyrna ordaydı.. Saçlarını uzatıp körfeze döktüğü günden beri seyyahlara, simyacılara, dilencilere, kumpanyacılara, aşıklara ve seyyar satıcılığın yorgun duvar dibi saatlerine alışık olmasına rağmen, bu gözleri deniz dibi yorgun bir yosunun, zümrüt damlasında gördüğü hüznü hiçbir yağmurun çığlığında görmemişti.. Smyrna, çocuklara bin bir annenin sütünü veren ruhunu armağan ederek; süzülen gözyaşlarıyla Tanrı’nın tütsü kokan tapınağına sığındı. Bir çocuk aç ve kimsesizdi.. Bir kız çocuğu oyun saatlerinde dileniyordu.. Bir genç kadın dün gördüğü rüyadan sonra, burada ne aradığını anlamaya, buraya nerden ve nasıl geldiğini anlamak için inandığı bütün yatırları, peygamberleri ve Tanrı’yı sorgulayarak ölüyordu.

Kent orda ölüyordu. Smyrna orda ölüydü.

Kadın Suriyeli. Çocuk ve bebek de yolların kaybolmuş kimliğinde, yeryüzü havarileri. Ordan geçen rüzgar, denizin nemli ve ılık havasını uyuyan ve belki de ölmek üzere olan bebeğin saçlarında bırakarak kaçıyordu. Araçlar ve önünden geçen insanlar yarış halinde ölüme koştururken, gözleri kör, kulakları sağır, elleri hissetmez ve duymadıkları bir arap ezgisi ile köşeye atılmış ruhlarıyla birbirlerine masklar satıyordu.. Herkes yabancıydı.. Hepsi Smyrna’nın bereketli avuçlarından su içmeden yalnızca yaklaşan akşam kızıllığının şarabına ulaşmak için koşturan zavallı insanlardı. Pagos Tepesi’nden aşağı yuvarlanan bedduaların denize ulaştığı saatlerde mal alıp satanlardı. Ve yalnızca kendileri için koşan ve kendileri için ölecek kadar zavallı denizcilerin terk ettiği kölelerdi. Bunlar tüccardı. Hayatı kazanırken kendini kaybeden ve geçerken köşede onları seyreden  kuşları ve melekleri görmeyenlerdi.

Smyrna ağlıyordu. Örgülü saçlarının her buklesini çözdükçe havalanan bir güvercin, kanatlarını saklayarak uyuyan bebeğin yanına koşuyordu.

Nerden geldi bu kadın?… Bu bebek.. Bu kız çocuğu.. Ülkeleri, doğdukları kent, kasaba, köy, mahalle, sokakları nerde!.. Babaları, dedeleri, amcaları, dayıları, komşuları, arkadaşları.. Kedileri, köpekleri, tavukları, civcivleri.. Tanrı’ya gönderdikleri kuşları..

Evleri, yatakları, yemek sofraları, oyuncakları, oyunları, masalları.. Nerde !..

Nerde kaldı o rüya?.. Burada, bu yabancı kentte işleri ne.. Bu avuç açan, dilenen, gidecek yeri, yiyecek ekmeği, kalacak evi, işi, gücü olmayan, bu yıkılmışlığın, yoksulluğun burukluğunu bakışlarında saklayan insanlar.. Böyle değildi ki !

Evleri, okulları, anneleri, babaları, akrabaları, arkadaşları, oyuncakları ve kendi ülkelerinde kendi topraklarında kendi iklimlerinde kendilerine ait yaşamları olan bu insanları buralara dağıtan insanlık düşmanları kim ?

Ürdün.. Amman.. Müzisyen kardeşlerim Ercan ve Gökhan Çağıran ile Amman Üniversitesi’nde Türk Haftası nedeniyle düzenlediğimiz etkinlikten Şam’a dönüyoruz.. Sınır geçmek için bindiğimiz dolmuşun içinde laf lafı açınca, Türk olduğumuzu anlayınca o Suriyeli insanların şark insanına özgü samimi ve heyecanlı misafirperverlikleri  ipini kopardı..

Yol parası yok.. Mola verilen her yerde birbiriyle yarışarak bize yemek ve içecek ısmarlamalar.. Türklere methiyeler.. Türklere, Müslüman kardeşlerine selamlar, sevgiler.. Biz üç kafadar havalarda, el üstünde Şam’a geldik.. İkizler şaşkın.. Bu kadar yürek gösterisini evimizde görmedik.. Yıllarca gidip geldiğim Ortadoğu’da, özellikle Suriye’ de halkın bizlere gösterdiği kardeşliği, yakınlığı anlatacak sözcük bulamıyorum.. Her zaman ve her yerde…

Kardeşlik bitti.. O ülkeyi biz bitirdik.. O ülkeyi savaş bataklığına sokarken, ülke yönetimimiz savaş açarken, o  mazlum ve Anadolu halkına en yakın olan kardeşlerimiz için bizler, yalnızca  kendi aramızda tepkimizi dile getirdik.. Teröristleri eğiterek  ölüm makinesi olarak  bu dost, kardeş ülkeye gönderen yöneticilerimize; Arap, Türk, Kürt ve bütün insanlığın düşmanı emperyal ülkelerin çıkarlarına hizmet eden kendi hükümetimize yalnızca bir iki slogan attık..

Binlerce insan öldü.. Binlerce insan evini, kentini yaşadığı ve çalıştığı coğrafyayı terk ederek  ve en acısı bütün bunlara sebep olan ülkeye sığınmacı olarak, dilenci olarak gelmek zorunda kaldı. Ölenler yolda aç ve çıplak öldü.. Kalanlar da kentlerin varoşlarında bizim gibilerin yüzüne gözüne bakmadan umutsuzca ve yalnızca karnını doyurabilmek adına duvarların dibine sığındılar.

Bizim bu utançla sığınacak duvarımız bile yok..

Müslüman olduğunu iddia eden Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin başta Amerika, olmak üzere bütün global sermayenin ve Siyonistlerin uşaklığını yapmaları, kendi komşularını öldürmenin öncülüğünü ve tetikçiliğini yapmaları, terörist göndererek o mazlum halkı katletmelerini tarih asla affetmeyecektir.

Babaları öldürülen çocuklar, kendi ülkesinden, evinden kovularak, işsiz ve dilenci konumuna düşürülen bu halkın ahı ve elleri sonsuza kadar bu yönetimlerin ve o anlayışı-savaşı destekleyenlerin yakasında olacaktır. Bu insanların çektiği çilenin sorumlusu biziz. Bu göçlerin, katliamların, yoksulluğun, açlığın ve çaresizliğin mimarı biziz. O tarihi kentleri havaya uçuran biziz.. Bütün bunlar yapılırken sustukça kendi ruhunu da öldüren biziz..

Utanarak ellerimi cebime atıyorum. Bütün ruhumu ve yüreğimi avuçlayıp çocuğa uzatıyorum. Çocuk.. Dilenmeyi bile oyun sanan çocuk, çaktırmadan annesine bakıyor. Annesinin gözleri kapalı, Annenin hayatı kapalı.. Onaylar gibi utanarak yüzünü daha da eğiyor. Yalnızca karanlık.. Yalnızca boşluk.. Yalnızca  açlık.. Yalnızca ölüm saatleri.. Onurlu ve titrek bir el uzanıp uzanmama kararsızlığında.. Çocuk da bana bakmıyor.. Ben çocuğa bakamıyorum.. Ben onun serçe gibi yüreğinde çırpınıyorum. İkimiz de çırpınıyoruz.. İkimiz de ölüyoruz… İkimizi de öldürüyorlar..

Acı dolu bir hoyrat, dağlardan kopup, dağlardan yuvarlanıp, ölümün ve açlığın çığlığında büyüyerek Petra’nın gözlerini  Smyrna’ya getiriyor.. Smyrna’nın kardeşi Petra ağlıyor. Smyrna bu acının tütsülerini denize atıyor, kestiği saçlarıyla.. Kendisine sığınan bütün Suriyeli güvercinlerin duasıyla, bakıyor ufuklara.. Çocuğa.. Anneye.. Bebeğe.. Ve bana..

PETRA’NIN GÖZYAŞLARI…
Ümit Yaşar Işıkhan
Yazarımız Kim ?

Ümit Yaşar Işıkhan