Sayfa Yükleniyor...
Bu açıdan baktığımızda dünya savaşlarının veya lokalbölgesel savaşların birbirinden farkı yoktur. İkisinde de insanlar, hayvanlar ve doğa ölüyor. Ancak birisinde daha az, diğerinde daha fazla kayıplar vardır. Böyle anlarda bireyin veya insanın hele hele doğanın hiç önemi yoktur. Özellikle bu noktalara yaslanıp yapıtını savaşın yarattığı travmanın içinden, kanlı sayfalar ve çığlıklar içinden kurtarmaya çalışan bir görüntünün dondurulmuş bir sahnesinde ise görünen ve hissedilen yalnızca odur. Bu nedenle savaşın bütün yıkımlarını, acılarını, dramlarını, ayrılıklarını, kan ve gözyaşını bir yapıtta betimlemek, tarihe ve hayata tanık olarak bırakmak mümkün değildir. Yazar veya ressam veya diğer sanat algısı olan bireylerin yapıtlarında anlattıkları ancak o an ve orda yaşanılan, hissedilen, görülenler ile ilgili tanıklık ve sanatçı duyarlılığı ile yapılan betimlemelerdir Sanatçının kısa bir an girip bir köşesinden yorumlamaya çalıştığı savaşın yıkımları ve acılarını bir bütün olarak anlatmak mümkün olmadığı için bize yazıldığı kadar, çizilip boyandığı kadar veya son yüzyılın naklen sahnelerinde gördüğümüz kadar etkilenip, yorumlamaya çalışıyoruz. Elbette görsel anlamda belgesel sinemanın gelişmiş olması bizi o cehenneme götürüyorsa da yine gerçek savaşın dilsiz acılarını hapsetmenin dışına çıkarmamaktadır. Parçalanan bir bedeni izlerken, birbirinden ayrılmak istemeyen kas liflerinin yarattığı tanımsız acının içsel çığlığını yaşamamız veya tanımlamamız mümkün değildir. Organı kopan bir insanın yüzündeki ifade çekilen ağrının-acının salt biçimsel yönüdür. İçsel kopukluğun dayanılmaz acının ifadesini veren hiçbir roman, film veya resim bulunmamaktadır. O zaman savaş sanatı veya edebiyatı derken elbette o kanlı döneme tanıklığın kısa bir zaman diliminden ve özellikle görsel-duyusal sessiz algısı içinde kalan sessiz çığlıkları bize anlatmaya, göstermeye çalışan yapıtlar diyebiliriz. Savaşın anlatıldığı yapıtlar, ölümün sessiz tanıkları olarak yazarın ruhsal, duygusal ve düşünsel anaforundan taşan yorumlarla yaşanılan acıları sessizce çoğaltmaktadır. O an, yazarın penceresinden görülen ve asla aynısı olmayacak acıların duyumsanması okuyucuyu ancak şöyle birazcık burkarak, tiksindirerek ama aynı acının ilk çığlığına bile kapılmadan yaptığı gezinin gözlemcileri konumundadırlar Her savaş sonrasında mutlak bu savaşın acısını, yenilgisini veya kazanmanın sevincini, coşumunu veren yapıtlar oluşmakta veya özellikle yönetici erkin talebi ile abartılı bir şekilde kayda alınması sağlanmaktadır. Taşı yontuyla, yazıyı tabletle aktarmayı başaran insanların savaş tarihi ile ilgili en önemli sanatsal yapıtları olarak müzelerde veya ören yerlerimizde korunmaktadır. İhtişamlı Roma zaferlerini savaşlardan sonra bir öykü dizgesinde anlatan taş oymacılarının bıraktığı düz veya silindirik rölyeflerde hep tanrıların, kralların, komutanların insanları paramparça eden, kesik başlar, kollar, bacaklar veya diri diri aslanlara atarak parçalatılan insanlarla doludur. Bütün tanrı kralların savaşlarında yazmanların, yontucuların ayrı ve imtiyazlı bir sınıf olarak gözlemci ve aktarıcı veya belki de daha fazla asker-dövüşçü sağlanması için savaşları kutsadıkları, ölümü bir kahramanlık olarak anlatmaları, yazmaları, işlemeleri için görevlendirildiklerini de görmekteyiz. Benim kısa bir süre yaşadığım ünlü Babil kentini, (M..450-500) işgal eden Pers kralı Darius; Anadoluyu fethettikten sonra Güneye Mezopotamyaya indiğinde ordusunda salt yazman ve nakkaş olarak bin sanatçıyı, eğlenceler için bin beş yüz hadım edilmiş erkek ve üç bin fahişe ile iki bin av köpeği ile işgal etmesi, kralların sanatçıyı tarihsel zaferlerine bir tanık olarak götürdüğünü göstermektedir. Taşlara işlenen zaferler, tabletlere dökülen günlük veya tarihsel talep ve duygular gücü eline geçiren yetkenin sanatı veya sanatçıyı nasıl kullandığının da göstergesidir.
Bütün savaşçıların, tanrı kralların, iktidarların yanında, yakınında hep yazıcılar, nakkaşlar, methiye dizen şairler, şarkıcılar, kahinler, büyücüler, ressamlar ve bilumum sanatsal yaratı veya tanıklığını abartarak mevcut ortamı coşumlandıran veya ölümsüzleştiren sanatçılar vardır. Sanayi devrimine kadar, sanatsal yaratı yetisine sahip olan bütün sanatçılar; kralın, şövalyenin, lordun korumasında, himayesinde Mesen dediğimiz özel ödeneklerle var olmuş ve tanıklıkları arasında baskın olarak eğlence sektörünün de temelini atmıştır. Bu aşamada özgür sanatsal yaratının olmadığı ve bu koşullarda olamayacağını da göstermektedir ki bu tarihsel sorun süreç içinde başka yetkelerin denetiminde, etkisinde de devam etmiştir. Yönetici erkten kurtulan sanatçı, süreç içinde bu kez savunduğu ideolojinin, dinin, felsefi anlayışın tutsağı veya havarisi olarak yapıtlarını üretmiştir. Tematik olarak savaş ve barışı baz alan yapıtların dönemsel tanıklığı ifade ettiğini, insanlığın yaşamış olduğu birinci ve ikinci dünya savaşlarıyla ulusal ve uluslararası edebiyat dünyasında en çok satan, okunan ve ilgi gören yapıtlar olmuştur. Yurt dışında katıldığım bir şiir festivalinde savaş ve edebiyat konusunda yapılan bir tartışmada; İnsanlık tarihinde, İskender mi önemli yoksa Homerosmu? denildiğinde hemen herkes Homeros diye yanıtladı. Çünkü İskender İç Asyaya kadar gidebildi. Ve oradan geri döndü. Oysa Homeros bir uydu gibi sürekli dünyanın etrafında dönmektedir. Fethetmediği ulus, etkilemediği devlet yönetimi yoktur. Yani bir edebi yapıt dünyayı kasıp kavuran ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olan komutandan daha ünlü ve daha kalıcı olabilmektedir. Yani, bu konuda ,yazınsal yönüyle ayrıştırırsak, savaş ve edebiyat hususunda en önemli yapıt; epik şiir olarak İlyada ve Odessadır. Homerosun Troya Savaşı ve sonrasını anlatan destanıdır.