Sayfa Yükleniyor...
İzmir kaçağı şair dostum Raşit Öztürk'ün işi gücü yok.. Sürekli şairler dergahında illegal toplantılar düzenleyip bizi de baştan çıkarıyor.
Ne zaman bir araya gelsek, bu ülkenin şiirini ve eleştirmenini masaya konuk alıyoruz. Dönemsel olarak baktığımızda toplumcu-gerçekçi şiirimizin beşiğini sallayan Asım Bezirci'den sonra gücünü aşktan, emekten, sevdadan alan şiir ve yolunu aydınlatan fenerci yoldaşın, yani, emekten yana, nesnel şiir eleştirisinin de bitip bitmediğini sorguluyoruz..
Peki gerçekten şiir eleştirmenleri bitti mi?
En genel yargı, şiir bittiyse onun yol fenercisi de ölmüştür. Oysa rüzgarın en küçük kıpırtısını bile şiire dönüştüren ve hayat ırmakları içinde emek kokan bir sevdanın aşka susamış militanları sürekli dağa çıkıyorsa, sürekli puslu bir yürekten aşağı düşüyorsa, gözyaşlarına kan bulaşmışsa, hayatı emziren süt rengini ve tadını unutmuşsa yani, kent ve insan kendi ihanetleri içinde doğaya saldırıyorsa ve bütün bu renklerin kalp atışını tarih defterine işleyen jurnalistler varsa, şiir yaşıyor demektir. Yani, yanı başında gemici fenerini taşıyan yorgun arkadaşını da taşıyarak, kara saçlı bir çocuğun peşinden gider. Ve birgün ölür.. Şair ölür... Peki şiir ölür mü? Fenerci ne olacak?
Peki, fenerci öldü desek ve feneri şairin eline versek olmaz mı?
İşte bu çerçevede; insanı, toplumsal hayattaki karşılığıyla ürettikleri belirliyorsa, üretim sürecindeki deneyselliğin de bir evrim formatında geliştiğini ve tümüyle yaşanılan çağın, bireysel yapı ile buluştuğu çizgide anlam kazandığını kabul etmek zorundayız.
Hızla değişen değerler karşısında şairin çıkmazı önemli bir sorun olarak karşımızda duruyorken, şiiri ancak şairlerin değerlendirebileceğine de inanıyorum. Üretim sürecinin sancılarını yaşayan bir şairin duruşu ve şiiri soluması, gerçek şiirin yakalanmasında önemsel yönüyle daha gerçekçidir.
Ünlü Amerikan şairi Allen Ginsberg bunu bir şiirinde "kendini bilmez bir yığın cahil cühela / korkak ve can sıkıcı herif kalkıp şiire saldırıyorlar / şiirin nasıl yaratıldığını bilmeden" dile getirdiğinde, şiirden nemalanan birçok eleştirmenin hışmına uğramıştı. Oysa dediği doğruydu.
Tabi, şaire bu kadar serbestlik verirken elbette Şili'li ozan Nicanor Parra'nı dediği gibi,"nasıl isterseniz öyle yazın / nasıl anlatırsanız öyle anlatın/şiirde her şeye izin var / ama unutmayın tek koşulu / bir şeylerle dolmalı boş sayfalar" kolaylığına da kaçmamak gerekir. Parra'da daha sonra bu değerlendirmesini bir başka şiiriyle düzeltme veya söyleminin yanlış algılanmasını önlemek için "şiir / kasıntılı sersemlerin cennetiydi / ben geldim sonunda / ve atlıkarıncamı kurdum..." diyerek, şiirin boş sayfaları doldurmak olmadığını kendi ironik betimlemesiyle düzeltmiş oldu.
Bu arada Gottfried Benn'de "bu ıkınma, sıkınmanın anlamı ne ki / biraz imge, biraz söz biraz kurgu / içindeki ne, nerden bu itki / sessiz yas tutan duygu" diye yorumlar..
Peki bütün bu söylemlerden sonra şiiri mi, şairi mi ön planda tutmak gerekir.. Şiir mi şairini yaratır yoksa şair mi şiirini yaşatır...
Bütün bunları beynime sarmalayan genç şair Oya Dirikcan Ustabaşın "Bu şehri Sana Bıraktım" isimli yapıtı oldu. Okurken hüzünlü, buruk bir tad içinde hep sevgi kokan bir hayatın sokaklarında dolaştım. Bu kadar hüzün, bu kadar buruk ama inatçı bir aşkın özverili çığlıklarını maviye boyarken, hayatı sorgulaması, bedduaya varan öfkesini romantik reveranslarla dizeler arasında dans ettirmesi ve yine de pes etmeden umuda sarılması bir şairin anlaşılmamış olmasından kaynaklanan çocuksu hırçınlığından başka bir şey değildir. İyi ki o çocuk var, iyi ki aşkın en hırçın sofrasında portakal kokan elleriyle portakal tadına dönüşen bir zaman diliminde başka mevsimlere kucak açıyor..
Doğum gücünü aşktan alan, yağmuru ıslatan saçlarını İstanbulda unutan büyük bir çocuğun inatla sevgiye olan inancını koruyarak hayata başkaldıran bir şair, Oya Dirikcan.
Ünlü şair, Stepan Şçipaçyan'nın dediği gibi, "unutulmayan bir şarkıya benzer aşk / ve böyle bir şarkıyı ancak acısını çeken yazar" İşte bu acının gerdek gecesinde mavi doğuran bir kadının, mavi gözlü bir rüzgar eşliğinde söylediği mavi şarkılar yayılıyor, yaktığı hayatın tütsülerinde. Jorge Luıs Borges ile Paul Verlaine'nin mavisiyle buluşuyor, kumsalında ayak izlerini saklayarak geçtiği şiirin ıslaklığında. "Şair gibi ölmelisin -" şiirinde, Dağların suskunluğunu giyindim /İlmeklere aldım sevdayı /Dantel dantel /Bir ipek örtü gibi işledim/Ve usulca örttüm üstünü geçmişin /Sana öyle geldim.. "Portakal masalı" nda ise - Isıtırken üşüyen yorgun ellerini sobada /Portakaldı ateşin rengi avuçlarında Masalla gerçek bugünle dün arasında /Rengi portakal adı portakal /Hatta portakalın ta kendisi diyen genç şairin, sularında arınma çabalarına da tanık olmaktayız.
Eminönü'nün isyankar bütün martı çığlıklarını melodiye çevirirken, balıkçıların, simit satan, ayakkabı boyayan ancak kendine umut eken çocukların hırçın bakışlarını yüklenirken hemen kıyısında Gülhane Parkından esen sevdalı rüzgarın kanatlarına yapışmış ceviz ağacının yaprak rengini gözlerine sürer. Artık şairin gözleri, maviden yeşile, yeşilden kahverengili fırtınaların sesine dönüşürken çoğalıyor hayat...."Nazımın sesi".. Ceviz ağacının yeşilini /Yüreğime örtüyorum/
Yüreğim yürek oluyor Elim El / Gözüm göz Umut.. Beklentiler veya yeni doğumların inatla yürek ırmaklarına dönüşmesi.. ille de mavi... Maviyim masmavi Öteledim sevdaları /Maviye uzattım elimi Yosuna mavi dedim /Tuza mavi /Tepeden tırnağa /Mavi ol dedim geceye /Aa işte/Çaldı mavinin zili Çınnn /Maviyim masmavi "Mavi Çay" şiirinde de inatla mavileşerek, çayın kızıl rengiyle sevişiyor. Artık deniz yeni doğumlar peşinde, dağlar gökkuşağından firari bakışlardan sulara iniyor. Şair mavi bakıyor hayata.. Kedi yavrularını bile maviye boyuyor.. Sokaklar bomboş, Deniz atmış tekneleri sırtından/Dağlar, denizler mavi mi mavi /İskeleden maviye yürüyorum Midye kabuklarını, erişte otlarını tutuyorum gözlerimle /Birkaç balık telaşsızca süzülüyor. Mavileştiriyorum gözlerimi /Ürkütmekten korkarcasına denizin sakinlerini /Usulca maviyle örtüyorum üzerlerini / Hayatın öbür yüzünü maviyle örtüyorum
Genç şair, buruk bir aşkın sofrasında yorgun düşmüş. Ellerinin uzandığı her daldan, denizin kokusu gelirken, yeni maviliklere yelken açıyor. Kıyıda yalnızca onu anlamaya çalışan martıların kanat sesleri vardır. Yüreğim ha düştü /Ha düşecek halının çiçeklerine /Duvarlara asılı sözlerime /Seninkilerin tutunmasını bekleyeceğim Beklemektir şairin işi, sonra geç kalmışlığın telaşıyla her şeyi sevdiklerine bırakır ve gider. "Bu şehri sana bıraktım" buruk bir final. Sırtını dönüp gitmiştir. Ağır adımlarla yeni bir hayatı karşılarken, avuçlarında, bütün yenilgilerden sonra sakladığı maviden kuşlar eşlik eder. Şair artık hepimizin gözlerinde ve umutlarında yalnızca silinmeyecek bir renktir. Gökkuşağının intiharıdır aslında. Bütün kentlerin yalnızlığıdır ve bir çocuk yalınayak koştururken geriye bıraktığı umutlarıdır, toz bulutu olarak peşinden giden.. O kentten gidiş, şiir dünyasına geliştir, şair için.. Kutluyorum Oya Dirikcan Ustabaşı, bütün renkler yeniden doğar bir gün, şair yüreğinden..